2 Mart 2015 Pazartesi

Konu: Hz.İbrahim ve Elçiler/misafirler, (tebyinden)

alıntıdır

Hud , Hicr ve Zariyat surelerinde nakledilen bu kıssalarda; İbrahim peygamberin hayatından önemli bir kesit anlatılarak, onun insanlara güzel örnek oluşu sergilenmektedir. Konunun daha iyi anlaşılması bakımından, Hud/69-76 ayetlerin tahlilini verdiğimiz bu pasajda değinilen olayların Hicr ve Zariyat surelerindeki anlatımlarının da burada nakledilmesinin yaralı olacağını düşünüyoruz:

Hud Suresi:

69 – Ve ant olsun ki, İbrahim`e de elçilerimiz müjde ile geldiler, “Selâm!” dediler. O; “Selâm!” dedi de saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmeye gecikmedi.

70 – Sonra da onların ona uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar; “Korkma, şüphesiz biz Lut’un kavmine gönderildik.” dediler.

71 – Ve onun (İbrahim`in) karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak`ı, İshak`ın arkasından da Yakub`u müjdeledik.

72 - O (İbrahim’in karısı) dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir “acuz”um (kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım). Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”

73 - Onlar (elçiler); “Sen Allah`ın işinden dolayı mı şaşıyorsun? Allah`ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, Hamid’tir (övülmeye lâyıktır), Mecid’tir (cömertliği boldur).” dediler.

74 - Sonra İbrahim’den korku iyice geçip gidince ve kendisine müjde gelince, Bizimle Lut kavmi hakkında mücadeleye başladı.

75- Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu, çok ah vah eden (yufka yürekli), yönelen biri idi.

76 - -“Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.-

Hicr; 51-60:Ve onlara (kullarıma), İbrahim’in misafirlerinden haber ver.Hani onlar (İbrahim’in misafirleri), İbrahim`in yanına girdiler de “Selâm!” demişlerdi.O (İbrahim); “Şüphesiz biz sizden korkanlarız.” demişti.Onlar (İbrahim’in misafirleri); “Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.” dediler.O (İbrahim) dedi ki: “Bana ihtiyarlık gelmişken mi beni müjdeliyorsunuz. Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?” Onlar (İbrahim’in misafirleri); “Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!” dediler.O (İbrahim) dedi ki: “Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?”O (İbrahim); “Ey gönderilmişler (elçiler)! İşiniz nedir?” dedi.Onlar (elçiler): “Şüphesiz biz suçlu bir kavme gönderildik. Ancak Lut ailesi müstesnadır.” -Şüphesiz Biz, Lut`un karısı hariç onların hepsini muhakkak kurtaracağız. Onun (Lut’un karısının) helâk edilenlerden olmasını Biz takdir ettik.-

Zariyat; 24-37:İbrahim’in saygınlaştırılmış misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onlar, onun (İbrahim`in) üzerine girmişlerdi de "Selâm!" demişlerdi. O (İbrahim); “Selâm tanınmamış topluluk!” dedi.O İbrahim, sonra ehline gitti de semin (güç veren) buzağı ile geldi. Sonra onu (güç veren buzağıyı) onlara yaklaştırdı, “Nasiplenmez misiniz?” dedi. Sonra onlardan çekindi. Onlar; “Korkma!” dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.Bunun üzerine karısı bağırarak öne geldi de elini yüzüne vurarak; “Bir bahtsız, bir kısır!” dedi. Onlar (Misafirler); “Rabbin işte böyle buyurdu. Şüphesiz O (Rabbin), hikmet sahibidir. En iyi bilenin ta kendisidir.” dediler. Bunun üzerine o (İbrahim); “Sizin önemli işiniz nedir ey elçiler?” dedi.Onlar (elçiler); “Şüphesiz biz, Rabbin katından aşırı gidenler için işaretlenmiş, çamurdan pişirilmiş sert taşları üzerlerine yağdırmamız için günahkâr bir kavime gönderildik.”dediler. Bunun üzerine Biz müminlerden orada bulunan kimseleri çıkardık. Fakat Biz orada müslümanlardan bir evden başka bulmadık. Ve Biz orada acı bir azaptan korkan kimseler için bir ayet bıraktık. 


İbrahim peygamberin hayatının bu bölümünün, Müslümanları da etkilemiş olan Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı ise şöyledir:

Tekvin; 17/ 15-27:

15 Tanrı İbrahim`e, "Karın Saray`a gelince, ona artık Saray demeyeceksin" dedi, "Bundan böyle onun adı Sara olacak.

16 Onu kutsayacağım; ondan sana bir oğul vereceğim. Onu kutsayacağım ve ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan çıkacak."

17 İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden, "Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?" dedi, "Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?"

18 Sonra Tanrı`ya, "Keşke İsmail`i mirasçım kabul etseydin!" dedi.

19 Tanrı, "Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak koyacaksın" dedi, "Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim.

20 İsmail`e gelince, seni işittim. Onu kutsayacağım; onu verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım.

21 Ancak antlaşmamı, gelecek yıl bu zaman Sara`nın doğuracağı oğlun İshak`la sürdüreceğim."

22 Tanrı İbrahim`le konuşmasını bitirince ondan ayrılıp yukarıya çekildi.

23 İbrahim evindeki bütün erkekleri - oğlu İsmail`i, evinde doğanların ve satın aldığı uşakların hepsini - Tanrı`nın kendisine buyurduğu gibi aynı gün sünnet ettirdi.

24 İbrahim sünnet olduğunda doksan dokuz yaşındaydı.

25 Oğlu İsmail on üç yaşında sünnet oldu.

26 İbrahim oğlu İsmail`le aynı gün sünnet edildi.

27 İbrahim`in evindeki bütün erkekler - evinde doğanlar ve yabancılardan satın alınanlar - onunla birlikte sünnet oldu.

Hud/69-76. ayetlerin tahlili:

Ve ant olsun ki, İbrahim`e de elçilerimiz müjde ile geldiler; “Selâm!” dediler. O; “Selâm!” dedi de saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmeye gecikmedi. 

Elde herhangi bir kanıt bulunmamasına rağmen klâsik kaynaklarda bu elçilerin “melek” olduğu dayatılmıştır. Bizim kanaatimize göre ise bu elçiler, İbrahim peygamberin o güne kadar tanımadığı, varlıklarından haberdar olmadığı, o yöredeki beşer elçilerdir. Sayılarının “bir”den fazla olması bu konuda tereddüte mahal vermemelidir, çünkü hatırlanacak olursa Ya Sin suresinde de bir kente art arda üç elçi gönderildiği bildirilmiştir.
Elçilerin getirdiği müjde hususunda bunun;
- Lut kavminin helâkinin müjdesi,
- kendilerinin Allah’ın elçileri olduklarının müjdesi,
- İbrahim peygamber için korkulacak bir şey olmadığının müjdesi gibi yorumlar yapılmışsa da, Rabbimiz bu müjdeyi 71. ayette açıklamıştır: “Sonra ona İshak`ı, İshak`ın arkasından da Yakub`u müjdeledik.”

İbrahim peygamberin misafirlerine sunduğu buzağı, bu ayette “haniyz” sözcüğüyle, Zariyat suresinin 26. ayetinde ise “semiyn” sözcüğüyle nitelenmiştir. Gelenekçiler bu iki nitelemeyi sırasıyla; “kızartılmış” ve “semiz” olarak aktarmışlar ama koskoca buzağının kızartılamayacağını ve aynı buzağıyı niteleyen “kızartılmış” ifadesi ile, ancak canlı bir hayvan için kullanılan “semiz” ifadesi arasındaki çelişkiyi hiç dikkate almayarak bariz bir hata içine düşmüşlerdir. Çünkü birinci olarak, misafire tavuk kızartılıp ikram edilmesi, hatta kuzu kızartılıp ikram edilmesi makuldür ama bir buzağının kızartılıp bütünüyle ikram edilmesi akıllardan uzaktır. İkinci olarak da, gelenekçilerin nitelemelerine göre bu buzağı, konumuz olan ayette “kızartılmış” yani ölüdür, Zariyat suresinin 26. ayetinde ise “semiz” yani canlıdır. Bu durumda iki ayet arasında resmen bir çelişki söz konusu olmaktadır ki, bu asla mümkün değildir.

Bize göre burada “buzağı” sözcüğüyle kastedilen anlamın teviline, buzağının sıfatları olarak bildirilen “haniyz” ve “semiyn” sözcüklerinin gerçek anlamlarından yola çıkarak ulaşmak gerekmektedir.

الحنيذHaniyz

“الحنيذ Haniyz” sözcüğü; “arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış” demektir. Sözcük ilk olarak “atı terletme” anlamında kullanılmış olup daha sonra Araplar, “Güneş’in insanı terletmesi”ni de, “etin sıcak taşlara sıkıştırılarak suyunun giderilmesi, akışkanlığının kaybettirilmesi” işlemini de bu sözcükle ifade etmişlerdir. (Lisan 2/624, 625. El Müfredat/ 133)

Buna göre “الحنيذ haniyz”; “bir nesnenin içindeki fazlalıkların, özellikle de nesneyi bozacak şeylerin atılması” anlamına gelmekte, dolayısıyla ayetteki “haniyz” sözcüğü meful anlamıyla; “arıtılmış, içinde zararlı maddeler bulunmayan, saf hâle getirilmiş” demek olmaktadır.
Fakat klâsik eserlerde, sözcüğünü esas anlamı dikkate alınmadığı gibi, “kurutulmuş” anlamına bile itibar edilmemiş, sözcük “ateşte kızartılmış” anlamında kullanılmıştır.

السّمينSemiyn

Bu sözcük “zayıf”lığın karşıtı olup, güç kaynağı olması sebebiyle “yağ”a da “ سمنsemen” denir. (Lisan 4/692, 693. el Müfredat/243).

O hâlde Zariyat suresinin 26. ayetinde geçen “ السّمينes semiiyn” ifadesi, “fail kalıp” anlamıyla; “güç veren” demektir.

Buradaki buzağı altındır

Buzağının sıfatları olarak verilen her iki sözcüğün yukarıda belirttiğimiz anlamları birleştirildiğinde, buradaki buzağının; “saf hâlde bulunduğu” ve “güç verdiği” görülmektedir ki, biz bu buzağının tıpkı A’raf suresindeki “aldatıcı sesi olan ceset buzağı” gibi “altın” olduğu kanaatini taşımaktayız. Yani bizim tevilimize göre, İbrahim peygamber müjdeci elçilere, müjdelik olarak “altın” vermiştir.

70. ayet
Sonra da onların ona uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku uyandı. Onlar; “Korkma, şüphesiz biz Lut’un kavmine gönderildik.” dediler.


Ayetten anlaşıldığına göre, İbrahim peygamberin ikram olarak takdim ettiğine (‘altın’a), misafirleri (elçiler) el sürmemişler, daha doğrusu sürememişlerdir. Çünkü onlar elçidir ve daha evvel birçok ayette bildirildiği gibi, elçilerin hizmetlerine karşılık herhangi bir ücret almaları söz konusu değildir.

Misafirlerin, verilen hediyeyi almamaları üzerine İbrahim peygamberin korkmasından ise; o günün geleneğinde verilen hediyenin, yapılan ikramın reddedilmesinin, husumet ve düşmanlık belirtisi sayıldığı anlaşılmaktadır. İşte İbrahim peygamber, misafirlerin elçi olduğunu, yani gaybı bilemediği için, geleneğe göre düşmanca sayılan bu davranış konusunda korkuya kapılmıştır. Bu durumdan bir de şu sonuç çıkmaktadır: Allah bildirmediği sürece peygamberle¬rin gaybı bilmeleri mümkün değildir.

Kıssanın buraya kadarki bölümü Hicr suresinde, bazı ek bilgilerle şu şekilde nakledilmiştir:

Hicr; 51-58:Ve onlara (kullarıma), İbrahim’in misafirlerinden haber ver. Hani onlar (İbrahim’in misafirleri), İbrahim`in yanına girdiler de “Selâm!” demişlerdi. O (İbrahim); “ Şüphesiz biz sizden korkanlarız.” demişti. Onlar (İbrahim’in misafirleri); “Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.” dediler.O (İbrahim) dedi ki: “Bana ihtiyarlık gelmişken mi beni müjdeliyorsunuz. Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?” Onlar (İbrahim’in misafirleri); “Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!” dediler.O (İbrahim) dedi ki: “Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?”O (İbrahim); “Ey gönderilmişler (elçiler)! İşiniz nedir?” dedi.Onlar (elçiler): “Şüphesiz biz suçlu bir kavme gönderildik. 

Kitab-ı Mukaddes’te yazılanlar ise Kur’an’a uymamaktadır:

Tekvin; 18. Bab:

18İbrahim günün sıcak saatlerinde Mamre meşeliğindeki çadırının önünde otururken, RAB kendisine göründü.

2 İbrahim karşısında üç adamın durduğunu gördü. Onları görür görmez karşılamaya koştu. Yere kapanarak birine,

3 "Ey efendim, eğer gözünde lütuf bulduysam, lütfen kulunun yanından ayrılma" dedi,

4 "Biraz su getirteyim, ayaklarınızı yıkayın. Şu ağacın altında dinlenin.

5 Madem kulunuza konuk geldiniz, bırakın size yiyecek bir şeyler getireyim. Biraz dinlendikten sonra yolunuza devam edersiniz." Adamlar, "Peki, dediğin gibi olsun" dediler.

6 İbrahim hemen çadıra, Sara`nın yanına gitti. Ona, "Hemen üç sea ince un al, yoğurup pide yap" dedi.

7 Ardından sığırlara koştu. Körpe ve besili bir buzağı seçip uşağına verdi. Uşak buzağıyı hemen hazırladı.

8 İBRAHİM HAZIRLANAN BUZAĞIYI YOĞURT VE SÜTLE BİRLİKTE GÖTÜRÜP KONUKLARININ ÖNÜNE KOYDU. ONLAR YERKEN, O DA YANLARINDA, AĞACIN ALTINDA BEKLEDİ.

9 Konuklar, "Karın Sara nerede?" diye sordular. İbrahim, "Çadırda" diye yanıtladı.

10 RAB, "Gelecek yıl bu zaman kesinlikle yanına döneceğim" dedi, "O zaman karın Sara`nın bir oğlu olacak." Sara RAB`bin arkasında, çadırın girişinde durmuş, dinliyordu.

11 İbrahim`le Sara kocamışlardı, yaşları hayli ileriydi. Sara âdetten kesilmişti.

12 İçin için gülerek, "Bu yaştan sonra bu zevki tadabilir miyim?" diye düşündü, "Üstelik efendim de yaşlı."

13 RAB İbrahim`e sordu: "Sara niçin, `Bu yaştan sonra gerçekten çocuk sahibi mi olacağım!` diyerek güldü?

14 RAB için olanaksız bir şey var mı? Belirlenen vakitte, gelecek yıl bu zaman yanına döndüğümde Sara`nın bir oğlu olacak."

15 Sara korktu, "Gülmedim" diyerek yalan söyledi. RAB, "Hayır, güldün" dedi.


Konumuz olan 70. ayette “Lut kavmi” olarak geçen halk, aslında Lut peygamberin soyca mensup olduğu kavim değildir. Çünkü Lut peygamber, tıpkı İbrahim peygamber gibi güney Babil`deki Ur şehrinin yerlilerindendir ve amcasıyla beraber oradan göç etmiştir. Dolayısıyla Kur’an’da geçen “Lut kavmi” tabirleri, Lut peygamberin göç ederek geldiği ve orada yaşarken elçilikle görevlendirildiği şehrin (ülkenin) sakinlerini ifade etmektedir ki, tarihî kayıtlara göre bu şehir (ülke) Sodom şehridir.

71. ayet
Ve onun (İbrahim`in) karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak`ı, İshak`ın arkasından da Yakub`u müjdeledik. 


Bu ayet teknik yönüyle, 69. ayetin birinci bölümüne yapılmış bir göndermedir. Yani İbrahim peygamberin karısının bu ayette yaptığı bildirilen davranışı (gülüvermesi), 69. ayetin birinci bölümündeki İbrahim peygamber ile elçilerin selâmlaşması ve elçilerin müjdeyi vermesi üzerine olmuştur. Başka bir ifade ile, İbrahim peygamberin karısı, elçilerin verdiği müjdeyi duyunca buna gülmüştür. Burada 71. ayetten 69. ayete yapılan gönderme, Zariyat suresinde de 29. ayetten 25. ayete yapılmıştır. İbrahim peygamberin, burada 69. ayetin ikinci bölümünde, Zariyat suresinde de 26. ayette belirtilen müjdelik teklifi ise, karısının gülmesinden sonradır.

71. ayette üzerinde durulması lâzım gelen iki nokta mevcut olup bunlar; İbrahim peygamberin karısının “gülmesi” ve “kaime”liğidir:

İbrahim peygamberin karısının gülmesi

Ayette geçen “ ضحكتdahıket” sözcüğü; “gülmek” demektir. “Gülmek” ise, tebessüm olmayıp, dişlerin görüneceği şekilde sesli olarak yapılan bir davranıştır. Nitekim İbrahim peygamberin karısı, gülüvermesinin ardından 72. ayette bildirilen konuşmasında, kendisinin “acuz”luğu ve kocasının yaşlılığı sebebiyle müjdeyi çok tuhaf bulduğunu söylemiştir. Yani, elçilerin İbrahim peygambere verdiği müjde, İbrahim peygamberin karısının çok tuhafına gitmiş ve yaşlı kocasından bir çocuk sahibi olacağı haberi onu kahkahalarla güldürmüştür.

Ne var ki klâsik eserlerin birçoğunda “dahıket” sözcüğü şu anlamlara çekilmiştir:

Yüce Allah`ın: "Güldü" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid ve İkrime; müjdenin tahakkuku için ay halinden kesilmiş iken, ay hali oldu diye, açıklamışlardır Dilbilginleri ise bunun, bu anlama geldiği konusuyla ilgili olarak şu beyiti naklederler:
………
Cumhur İse der ki: Burada bildiğimiz "gülmek" kastedilmektedir. Ancak bunun mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Bunun hayret ve şaşkınlık ifade eden gülmek olduğu söylenmiştir. (Kurtubi; elCamiu li Ahkami’l Kur’an …….)
Mukatil de der ki: Hz. İbrahim, misafirlerine hizmet ederken ve ihtişamıyla ortada iken üç kişiden korkması ve titremesine gülmüştü, çünkü Hz. İbrahim tek başına yüz kişiye bedel kabul ediliyordu.

Yine (Mukatil) der ki: Sözlükte bu kelimenin ay hali anlamına gelmesi uygun değildir. Ebu Ubeyd ve el-Ferrâ da bu anlamı kabul etmezler. el-Ferrâ der ki: Ben bu kelimenin bu anlamını güvenilir birisinden işitmiş değilim. Bu olsa olsa bir kinaye olabilir. (Kurtubi; elCamiu li Ahkami’l Kur’an ……)

Kıssanın buradaki bölümü ile ilgili olarak bir çok olay ortaya atılmıştır. Ama bunlar gerçek dışı oldukları için biz onların naklinde yarar görmüyoruz.

İbrahim peygamberin karısının ayaklanmışlığı

Ayette İbrahim peygamberin karısının “ قائمةkaime” olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade mealciler tarafından genellikle “ayakta dikiliyordu” şeklinde anlaşılmış ve çevrilmiştir. Hâlbuki kıssadaki anlatıma göre olayların gelişiminde İbrahim peygamberin karısının ayakta durmasının veya oturmasının yahut da yatmasının hiç önemi yoktur. Dolayısıyla buradaki “kaime” ifadesinin başka bir anlamı olmalıdır.

Bize göre buradaki “kaimelik”; “ayaklanmışlığı, baş kaldırmışlığı” ifade etmektedir ve İbrahim peygamberin karısının “kaime” oluşu da onun, kocası ile arasının açıklığını anlatmaktadır. Yani bu ifade ile; İbrahim peygamber ile karısının ayrılma, boşanma safhasında oldukları belirtilmiş olmaktadır. Nitekim “kıyam” sözcüğü “siyasî baş kaldırma” anlamında olup, sözcüğün Kur’an’da bu anlamda kullanıldığı birçok ayet vardır:

Cinn; 19:Ve şu bir gerçek ki Allah’ın kulu (Peygamber) O’na çağırarak ayaklandığı (harekete geçtiği) zaman onlar (“cinn” den bir grup) onun etrafında neredeyse bir keçe olacaklar (kenetlenecekler).

Kehf; 14:Ve Biz onlar ayaklanıp da; “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz.” dediklerinde, onların kalplerini sağlamlaştırdık.

Maide; 97:Allah, Kâbe’yi; o Beyt-i Haram’ı, haram ayı, heydi (hacda oraya hediye olarak kesilen hayvanı) ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah’ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir.

Bakara; 125:Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrahim’in makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrahim ile İsmail’e; “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, hem de secde edişin hanifleri (Allah’a boyun eğmeyi sağlayan hanifler) için tertemiz tutunuz.” diye ahit almıştık

Hacc; 26: Bir zamanlar İbrahim için, o evin yerini, şöyle diyerek hazırlamıştık: Bana hiçbir şeyi ortak koşma, evimi; tavaf edenler, kıyamda duranlar, rükû-secde edenler için temizle.

Şuara; 218: O ki görüyor seni kıyam ettiğin zaman.

Zariyat; 45: Artık onlar, ne kendi kendilerine ayağa kalkabildiler, ne de yardım gördüler.

Âl-i Imran; 97: Açık-seçik deliller, İbrahim'in makamı vardır orada. Oraya giren, güvene ermiş olur. Yoluna gücü yetenin o evi ziyaret etmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim nankörlük ederse hiç kuşkusuz, Allah bütün âlemlere muhtaç olmayacak bir Ganî'dir.

Bu konudaki klâsik eserlerde yer alan nakiller ise, tamamen Kitab-ı Mukaddes kaynaklıdır:

Tekvin 18/ 12-15:

12 İçin için gülerek, "Bu yaştan sonra bu zevki tadabilir miyim?" diye düşündü, "Üstelik efendim de yaşlı."

13 RAB İbrahim`e sordu: "Sara niçin, `Bu yaştan sonra gerçekten çocuk sahibi mi olacağım!` diyerek güldü?

14 RAB için olanaksız bir şey var mı? Belirlenen vakitte, gelecek yıl bu zaman yanına döndüğümde Sara`nın bir oğlu olacak."

15 Sara korktu, "Gülmedim" diyerek yalan söyledi. RAB, "Hayır, güldün" dedi.

72, 73. ayet
72 – O (İbrahim’in karısı) dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir “acuz”um (kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım). Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”
73 - Onlar (elçiler); “Sen Allah`ın işinden mi şaşıyorsun? Allah`ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, Hamid’tir (övülmeye lâyıktır), Mecid’tir (cömertliği boldur).” dediler.


Bu ayetlerde, İbrahim peygamberin karısının verilen müjdeye yukarıda değindiğimiz şekildeki tepkisi ve elçilerin de bu tepkiye karşı cevapları yer almaktadır.

İbrahim peygamberin karısı burada, kendisini “acuz”, İbrahim peygamberi de “şeyh (yaşlı biri)” olarak nitelemiş ve verilen müjdenin gerçekleşemeyeceğini ileri sürmüştür. Bu nitelemeler dikkate alınarak Zariyat suresindeki sıfatlara bakıldığında, oradaki “acuz” sıfatını yine İbrahim peygamberin karısına, “akim” sıfatını ise İbrahim peygambere izafe etmek gerekmektedir. Bu durumda İbrahim peygamber, karısı tarafından hem “yaşlı” hem de “kısır” olarak nitelenmiş olmaktadır.

İbrahim peygamberin çocuklarından İsmail’in, burada müjdelenen İshak’tan evvel doğduğuna dair elde bir kanıt bulunmamaktadır. Muhtemeldir ki İsmail bu müjdeden sonra, İbrahim peygamberin kısırlığı Allah tarafından giderildikten sonra doğmuştur.

“ العجوزAcuz” sözcüğü

“العجوز Acuz” sözcüğü; “yaşlı” demek olduğu gibi, “geniş kalçalı” veya “kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım” anlamlarına da gelmektedir. (Lisanü’l Arab; c.6, s. 99)
Bizim konumuza ise, yukarıdaki anlamların sonuncusu uygun düşmektedir. Çünkü İbrahim peygamberin karısının 72. ayette bildirilen “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir “acuz”um (kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım). Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!” şeklindeki sözleri, onun genç, doğurmaya elverişli bir kadın olduğunu göstermekte, buna karşılık İbrahim peygamberi ise yaşlı (Zariyat; 26’ya göre akim; kısır) biri olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla İbrahim peygamberin karısı, kocasının yaşlılığı ve kısırlığı dolayısıyla verilen müjdeye gülmüştür. Onun anlayışı, içinde bulunduğu durum sebebiyle kendisini nitelediği “acuz” sözcüğünü; “zavallı, çileli, dengini bulmamış” anlamında kullanmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim Hicr suresinde, müjdeye şaşıran İbrahim peygamber de, şaşkınlığına gerekçe olarak yaşlılığını göstermiş, karısı ile ilgili bir açıklama yapmamıştır.

Hicr; 51-56:Ve onlara (kullarıma), İbrahim’in misafirlerinden haber ver. Hani onlar (İbrahim’in misafirleri), İbrahim`in yanına girdiler de “Selâm!” demişlerdi. O İbrahim); “ Şüphesiz biz sizden korkanlarız.” demişti. Onlar (İbrahim’in misafirleri); “Korkma! Şüphesiz biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.” dediler.O (İbrahim) dedi ki: “BANA İHTİYARLIK GELMİŞKEN mi beni müjdeliyorsunuz. Peki neye dayanarak beni müjdeliyorsunuz?” Onlar (İbrahim’in misafirleri); “Seni gerçekle müjdeliyoruz. Ümidini kesenlerden olma!” dediler.O (İbrahim) dedi ki: “Rabbimin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?”

Klâsik eserlerde ise bu konuya dair mesnetsiz nakiller mevcuttur:

Mücahid der ki: O vakit Hz. Sara doksandokuz yaşında idi. İbn İshak da doksan yaşında idi, demektedir. Bundan başka görüşler de vardır.
………
Denildiğine göre; Hz. İbrahim de yüzyirmi yaşında idi. Onun yüz yaşında olduğu da söylenmiştir. Mücahid`in görüşüne göre Hz, Sara`dan sadece bir yaş büyük idi. Denildiğine göre Hz. Sara`nın "ve şu eşim de bir ihtiyar İken" sözleri ile kendisine yaklaşmadığını üstü kapalı ifade etmiştir. Hz. İbrahim`in hanımı olan Hz. Sara, Hârân`ın kızıdır. Hârân, Nâhûr`un oğlu, o Şârû`un, o Arğû`nun, o da Fâliğ`in oğludur. Sara, Hz. İbrahim`in amcasının kızıdır. (Kurtubi; elCamiu li Ahkami’l Kur’an)

74, 75. ayet
Sonra İbrahim’den korku iyice geçip gidince ve kendisine müjde gelince, Bizimle Lut kavmi hakkında mücadeleye başladı.Şüphesiz İbrahim, çok yumuşak huylu ve çok yufka yürekli (kendini ???


Bu ayetlerden; elçilerin kimlikleri ve aslî görevleri, yani esas olarak nereye ve ne için gittikleri belli olunca, artık İbrahim peygamberin kendi adına bir korkusu kalmamış olduğu, ama bu kez de Lut kavminin helâk edileceğini öğrendiğinden, onların helâk edilmemesi için mücadeleye başladığı anlaşılmaktadır.

Ankebut; 31, 32:
Ve elçilerimiz İbrahim`e müjdeyi getirdiklerinde; “Biz bu kentin halkını helâk edeceğiz.” dediler. -Şüphesiz oranın halkı zalimler idiler.-
O (İbrahim); “Şüphesiz orada Lut var!” dedi. Onlar; “Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve geride kalanlardan olan karısı dışındaki ailesini elbette kurtaracağız.” dediler.

75. ayette açıkça belirtildiği gibi, İbrahim peygamber yumuşak huylu, yufka yürekli birisidir. İşte bu sebeple, yani helâk edileceklere acıdığı için elçilerle mücadeleye girmiştir. Kitab-ı Mukaddes’te ise bu mücadele, Allah’la yapılan bir pazarlık şekline sokulmuştur:

Tekvin /18: 23-32:

23 RAB`be yaklaşarak, "Haklıyı da haksızla birlikte mi yok edeceksin? diye sordu,

24 "Kentte elli doğru kişi var diyelim. Orayı gerçekten yok edecek misin? İçindeki elli doğru kişinin hatırı için kenti bağışlamayacak mısın?

25 Senden uzak olsun bu. Haklıyı, haksızı aynı kefeye koyarak haksızın yanında haklıyı da öldürmek senden uzak olsun. Bütün dünyayı yargılayan adil olmalı."

26 RAB, "Eğer Sodom`da elli doğru kişi bulursam, onların hatırına bütün kenti bağışlayacağım" diye karşılık verdi.

27 İbrahim, "Ben toz ve külüm, bir hiçim" dedi, "Ama seninle konuşma yürekliliğini göstereceğim.

28 Kırk beş doğru kişi var diyelim, beş kişi için bütün kenti yok mu edeceksin?" RAB, "Eğer kentte kırk beş doğru kişi bulursam, orayı yok etmeyeceğim" dedi.

29 İbrahim yine sordu: "Ya kırk kişi bulursan?" RAB, "O kırk kişinin hatırı için hiçbir şey yapmayacağım" diye yanıt verdi.

30 İbrahim, "Ya Rab, öfkelenme ama, otuz kişi var diyelim?" dedi. RAB, "Otuz kişi bulursam, kente dokunmayacağım" diye yanıt verdi.

31 İbrahim, "Ya Rab, lütfen konuşma yürekliliğimi bağışla" dedi, "Eğer yirmi kişi bulursan?" RAB, "Yirmi kişinin hatırı için kenti yok etmeyeceğim" diye yanıt verdi.

32 İbrahim, "Ya Rab, öfkelenme ama, bir kez daha konuşacağım" dedi, "Eğer on kişi bulursan?" RAB, "On kişinin hatırı için kenti yok etmeyeceğim" diye yanıt verdi.

76. ayet.
-“Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Şüphesiz Rabbinin emri kesin olarak geldi ve hiç şüphesiz onlar; onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap gelecektir.-


Bu ayet, kendileriyle mücadeleye girişen İbrahim peygambere elçilerin verdiği bir cevap olabileceği gibi, Rabbimizin, kıssanın sonunda İbrahim peygamberi muhatap alarak tüm zamanların insanlarına verdiği genel bir mesaj da olabilir. Bu takdirde ise ayette, Allah’tan istenecek şeylerin hangi şartlarda isteneceği ifade edilmiş olmaktadır ki böyle bir ifade, farklı bir üslûpla Tövbe suresinde de yer almıştır:

Tövbe; 113, 114:
Kendilerine, cehennem ashabı oldukları iyice belli olduktan sonra peygambere ve iman etmiş kişilere, akraba bile olsalar, müşrikler için istiğfar etmek yoktur.
İbrahim`in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan (istiğfardan) vazgeçti. Şüphesiz İbrahim, çok içli, çok halim birisi idi.

Netice olarak 76. ayette bildirilen karar, ilm-i ilâhiye göre verilmiş bir karar olup dönüşü mümkün değildir. Onun için yalvarıp yakarmanın anlamı yoktur.

Kaynak:www.istekuran.com

İBRAHİMİN SORULARI (İhsan ELİAÇIK)

İbrahim’in soruları

Kimler soru sorar?


Soru soran zihin nasıl bir zihindir?


Bir toplumda “soru saran adam” olmak ne demektir?


Örneğin bir peygamberi “sorun soran adam” olarak hiç düşündünüz mü?


Eğer öyleyse gelin “İbrahim’in soruları” üzerine düşünelim.


Bakın Hz. İbrahim neler sormuş?


***

(Allaha) “Allahım! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” dedi. “Yoksa inanmıyor musun?” deyince “Evet, inanıyorum ama kalbim iyice tatmin olsun diye” dedi. (2; 260).


(Kendi kendine) “Gece çökünce yıldız gördü: ‘İşte bu Rabbim!’ dedi. Yıldız batınca ‘Batanları sevmem’ dedi. Ayı doğarken görünce: ‘İşte bu Rabbim!’ dedi. O da batınca ‘Eğer Rabbim yol göstermezse şaşıranlardan olurum’ dedi. Güneşi doğarken görünce ‘İşte bu Rabbim, bu daha büyük’ dedi. O da batınca ‘Ey halkım! Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım’ dedi.” (6; 76-78).


Kanaatimce bu ayetlerde, “İbrahim’in soruları” üzerinden, bir aklın nasıl yürütüleceği ve bir vicdanın nasıl uyanacağı dersi veriliyor; soru sorarak, düşünerek, cevaplar arayarak…


Çünkü insanoğluna ilk vacip olan şey sanıldığının aksine iman etmek veya teslim olmak değil; kuşku duymak, düşünmek, cevap aramaktır. İman ve teslimiyet bunlardan sonra gelecektir.


Zira cevabını aradığınız sorulara tatminkar bir cevap bulduğunuzda içinizde bir itminan hali oluşur. İşte buna “iman” denir. Aksi halde, demirin ateşten geçip çelikleşmesi gibi kuşkulardan geçmemiş, soruya cevap olarak gelmemiş, bir arayışın sonucu oluşmamış olana iman denmez. O, olsa olsa taklit, önyargı veya kuruntu olur ki bir üfürüklük işi vardır.


Bu nedenle Kur’an “Önce iman et, sonra düşün” değil; “Önce düşün, sonra iman et” der. Ekin hasattan, acıkma doymadan, soru cevaptan önce gelir. Bir meseleyi önce etraflıca konuşur sonra kararını alırız, önce kararını alıp sonra konuşmayız. Bunların aksini yaptığınızı düşünün… Ne kadar manasız oluyor, değil mi?


İbrahim’in soruları işte bize bunu öğretiyor.


Sorular sorarak “soylu bir hakikat arayışının” peşine düşmek…


Yerleşik doğrulardan kuşku duymak, onları sorularla sarsmak…


Hz. İbrahim’in bu tür soruları bir çok yerde sorduğunu görüyoruz: Allah’a, babasına, oğluna, ileri gelenlere, halka, devlete, gelen elçilere… İtminana, imana ve teslimiyete bu sorulardan sonra ulaşıyor.


***

Hz. Peygamber de öyle değil miydi?


Genç yaşındayken Mekke’de hüküm süren hayat hakkında vicdanında sorular oluştu: “Bu kız çocukları neden gömülüyor?”, “İnsanlar neden alınıp satılıyor?”, “Tahtadan taştan yontma taşlara insan neden tapar?” , “İnsanlık nereye gidiyor?”, “Allah olanları görmüyor mu?”…


Sonra bu tür soruların cevabını bulmak için dağlara, mağaralara çekildi. Geçmiş ve gelecek, dün ve bugün, yerler ve gökler, görünenler ve görünmeyenler, insan, hayat ve tabiat vs. üzerine derin düşüncelere daldı. Bazen kırk gün kırk gece eve dönmediği, gözünü mehtapta tek bir noktaya dikip sabahlara kadar öylece daldığı anlar oldu.


Allah bu arayışı cevapsız bırakmadı.


Daha önce iman nedir kitap nedir bilmiyordu. Yani bu soruların cevabı konusunda itminana/imana ulaşmamıştı. Göğsü daralıyor, sıkıntı çekiyordu. Allah onu bu soruların cevabını arar vaziyetteyken buldu. Onu arayışlar içindeyken seçti ve sorularına cevap vererek yol gösterdi (Ve vecedeke dâllen feheda).


İşte, bu, sorular sorarak işleyen bir aklın, hisseden bir kalbin ve uyanan bir vicdanın itminana ulaşması, ne yapacağını bilir hale gelerek karar sahibi olması ve bu karalılıkla tarihin önünü çıkması, meydana atılması olayıdır.


Bu sorulara gelen cevaplar tarihin akışını değiştirdi.


Aslında her soruya cevap arayış böyle bir etki yaratır.


Akıl işler, kalp hisseder, vicdan uyanır, gözler görür, kulaklar duyar, dil konuşur hale gelince insanın meydana atılası ve kollarını makas gibi açarak “Durun kalabalıklar! Bu yol çıkmaz sokak!” diye bağırası gelir.


İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed’in (hepsine selam olsun) yaptığı işte buydu. Onlar esastan sorular sordular, Allah da onlara esastan cevaplar verdi. İnsanlık tarihinde derin etkiler bırakmalarının bir nedeni de budur.


Baktığımızda en aykırı soruları onların sorduğunu görüyoruz. Öyle ya dini düşünce alanında (İbrahim’in) “Ölüleri nasıl dirilttiğini göster? veya (Musa’nın) “Bana kendini göster” veya (Havarilerin) “Bize gökten bir sofra indirmesini Rabbinden isteyebilir misin?” sorularından/isteklerinden daha aykırı ne olabilir?


(“Soru” sözcüğünün Arapçası “suâl” (se-e-le) aynı anda hem soru sormak hem de istekte bulunmak anlamına gelir. Dolayısıyla soru sormak istekte bulunmak, istekte bulunmak soru sormak demektir. Mesela “mes’ele” soru sorulmayı/sorgulanmayı/isteklerin neler olduğunu öğrenmeyi gerektiren şey demektir.)


Buradan şunu anlıyoruz; soylu bir hakikat arayışına girmişseniz, her tür soru mübahtır. Yeter ki gerçeği sadece gerçeği öğrenmeye çalışın. Allah bu tür soruların hiç birisini terslememiştir. Aksi halde laf olsun torba dolsun diye soru sormanın, cevabı gelince altından kalkamayacağı soruların peşine düşmenin manası yoktur.


***


Hz. İbrahim’in, sadece Allah, kıyamet ve ahiret ile ilgili değil; toplumsal konularda da; yaşanan hayat, siyaset, devlet ve imparatorluk tanrıları hakkında da esastan sorular sorduğunu görüyoruz.


(Devlet erkanına) “Nelere tapıyorsunuz? Bunlar, çağırdığınız zaman sizi işitirler mi veya size bir fayda veya zarar verirler mi? Eski atalarınızın ve sizin nelere taptığını görüyor musunuz?” (26; 70-75)


(İleri gelenlere) “Şu karşılarında dikilip durduğunuz heykeller nedir öyle?” (21; 52)


(Saray eşrafına) “Belki onu şu büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorsa ona sorun bakalım? ‘Onların konuşmadığını biliyorsun’ deyince ‘O halde, Allah’ı bırakıp ta size hiçbir fayda ve zarar veremeyecek durumda olan putlara mı tapıyorsunuz? Size de, Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yuh olsun! Bu akıl tutulması neden?” (21; 57-67)


Bu ayetlerde de, yerleşik siyasi ve sosyal düzene karşı esaslı sorular soruyor. İçinde yaşadığı Babil İmparatorluğu’nun dini/ideolojik köklerini sarsıyor. Aynı şeyi Hz. Musa Mısır, Hz. İsa da Roma İmparatorlukları için yapmıştı.


Burada “özgür ruhlu” insan örneğini görürüz.


Özgür ruhlar yerleşik olana teslim olmazlar. Herkes Mersine giderken onlar tersine gidebilir. Doğruyu söylediği için dokuz köyden kovulmayı, ateşe atılmayı veya çarmıha gerilmeyi göze alırlar. Sözün namusuna inanırlar. Eleştirilemeyeni eleştirir, sorulamayanı sorar, düşünülemeyeni düşünür, söylenemeyeni söyler; “kral çıplak” derler. Gönüller fethetmeyi değil; zihinler açmayı misyon bellerler. Egemeni eleştirir, zorbanın karşısına dikilir, zenginin önünde eğilmezler. Böyle yapanın dininin yarısının gideceğine inanırlar. Haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmazlar. Sultan sofralarından beslenmez, gerçeği sadece gerçeği söyler, acı konuşurlar.


Bir toplum, içinden böyle “özgür ruhlu” insanlar çıkaramazsa katı geleneklerin, donmuş yasaların, kendi elleriyle ürettiği statükoların girdabında boğulur. İleriye doğru açılım ve atılım yapamaz. Devrim yapmış toplumlar, içinden özgür ruhlar çıkarabilmiş toplumlardır. Halklar özgür ruhlu insanların sayesinde sıçrama yapabilmiş, insanlık onların sayesinde ileri gidebilmiştir. Tarihine bakın, bütün büyük devrimlerin ve insanlık sıçramalarının kökünde özgür ruhlu insanların soruları vardır.


***


Hz. İbrahim’in Allah’a , devlete, imparatorluğa dair olduğu gibi babasına, oğluna, halkına ve de gelen elçilere de sorular sorduğunu görüyoruz:


(Babasına) “Putları tanrı mı ediniyorsun?” (6; 74) “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?” (19;42/45)


(Babasına ve halkına) “Nelere kulluk ediyorsunuz? Allah’ı bırakıp ta uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkında nedir bu kuruntularınız? Sundukları yiyecekleri yemiyor musunuz? Ne o konuşmuyor musunuz? Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (37; 85-97)


(Oğluna) “Oğlum! Ben uykuda iken seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?” dedi. (37; 102)


(Elçilere) “Ben yaşlı bir adamken bana müjde mi veriyorsunuz? Nedir müjdeniz?” (15; 54)


Görülüyor ki “İbrahim’in soruları” hayatın her alanını kapsıyor. Daha kimbilir neler ve kimler hakkında sorular sormuştur? Kur’an bize bu kadarını aktararak evrensel mesajlar veriyor ve demek istiyor ki: Siz de böyle sorular sorun. Allah, kitap, peygamber, insanlık, dünya, toplum, devlet, geçmiş, gelecek hakkında her şey… Size söylenenlere körü körüne inanmayın, araştırın. Kimsenin sözünü duyar duymaz teslim olmayın. Teklif olarak kabul edin ve kendiniz araştırın. Sorularınızın cevabını buldukça, itminan oldukça doğruluğunu kabul edin. Her sözü ve iddiayı dinleyin fakat doğru olanına uyun. “İnanmıyor musun?” denince, “Evet, ama itminan olmak istiyorum. Yani delillerini görmek, bizzat kendim benimsemek istiyorum, körü körüne inanmak istemiyorum” deyin. Elçiler dahi olsa birisi gelip tarihe, hayata ve tabiata aykırı bir şey söylerse “Nasıl olur? Bunu açıkla, izah et, ispat et” deyin. Allah’ın kavlî ayetleri ile kevnî ayetleri arasında çelişki olamayacağından hareketle ikisi arasında “uyum” arayın. “Allah’ın kudretinden şüphen mi var, yapamaz mı?” diyen olursa “Evet, şüphem yok ama itminan olmak istiyorum. Onun benzerini göster” deyin…


Öyle ya Hz. İbrahim bile peygamber olduğu halde itminan olmak istiyorsa bizim bin kat daha fazla itminana ihtiyacımız yok mu? İbrahim’in soruları, kıyamete kadar insanların elinde olacak bir Kitaba alınarak neden ayet yapılmış dersiniz? Kime mesaj veriliyor bu soru örnekleriyle? Peygamberlerde bizim için en güzel örnek olduğuna göre onun benzeri soruları bizim de sormamız gerekmiyor mu? Kaldı ki İbrahim soruları ile tabiri caizse “tavan” yapmış; en olmadık soruları sormuş. Bu soruların cevabı ona var da bize niye yok?


Aslında var.


Hz. İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya, Muhammed’e cevap olarak ne gösterilmişse bize de gösterilip duruyor. Fakat bizim gözlerimiz var görmüyor, kulaklarımız var işitmiyor, dilimiz var konuşmuyor.


Gerçeğin ta kendisi yanı başımızda fakat onu görecek gözler körleşmiş, duyacak kulaklar sağırlaşmış, hissedecek kalpler taşlaşmış, bulacak vicdanlar donmuş, bağını kuracak akıllar tutulmuş, idrak edecek zihinler dumura uğramış… Yoksa “Ne uçan var ne kaçan? Her şey normal ve olağan!” deyip durmazdık…


***


Demek ki sorular sormak lazım.


Gözleri açmanın, kulakları işittirmenin, kalpleri hissettirmenin, vicdanları sızlatmanın, zihinleri açmanın yolu sorularda…


Zira soru sormak meselesi olmaktır. Sorusuzluk meselesizliktir. Meselesizleşme ise sürüleşme ile eşdeğerdir. Sürülerde soru soran bir tek hayvan görülmemiştir. Sürüleşmeden, sorduğunuz sorular ile ayrılırsınız


Soru sormak tehlikeli görünmektir. Sürüleşmiş topluluklara konuşmaya alışmış birisi için en riskli ve tehlikeli şey topluluğun içinden soru sormak için kalkan eldir. Ya cevaplayamazsa? Ya bilmediği bir şey sorarsa? Ya konunun cahili olduğu ortaya çıkarsa?


Soru sormak gerçeği aramaktır. Gerçeğin ortaya çıkması için sorulur bütün sorular… Savcı soru sorar, hakim soru sorar, gazeteci soru sorar, filozof soru sorar, çocuk soru sorar… Düşünün; sorular olmazsa insan hayatı nice olurdu?


Peki “Fazla soru sormayın, sizden öncekiler bu yüzden helak oldu. Soru sormak şeytan işidir, ilk akıl yürüten Şeytandır” yollu rivayetlere ne diyeceğiz?


Akıldan, zekadan ve soru sormaktan rahatsız olanlarca uydurulmuş sözlerdir bunlar…


Karşılarında sürü görmek isteyenlerin hezeyanlarıdır bunlar…


Bunlar Kur’an’ın ruhuna, İbrahim’in misyonuna aykırıdır ve reddedilmelidir.


Çünkü ilk soruyu melekler sordu: “Kan dökecek birini mi yaratacaksın?” (2; 30)


Evet, ilk soruyu melekler sordu!


İnsana dair gerçekler meleklerin bu sorusuyla açıklığa kavuştu. İnsanlık tarihinin en büyük cevabı ve açıklaması bu sorunun ardından geldi.


Şeytan soru sormaz, aldatır. Sorsa bile aldatmak, kandırmak için sorar; ona da soru denmez. Kibir, kıskançlık, haset, yanıltma, aldatmadır şeytanın işi; gerçeğin ortaya çıkması için soru sorma değil… Asıl soruyu melekler sordu, dikkat edin!


Onun için insana ilk vacip soru sormak; bunların cevabını aramak, onun için düşünmek, araştırmak, yollara düşmektir…


Bu şu demek: Sorunuz yani arayışınız, yollara düşmeniz yoksa Allah sizi ne yapsın?


İlk soruyu soran “melâike”ye selam olsun!


Pirimiz İbrahim’e ve muhteşem sorularına selam olsun!

HZ. LUT VE HZ. İBRAHİM'E GELEN ELÇİLERİN MAHİYETİ ÜZERİNE (Cengiz DUMAN)

HZ. LUT VE HZ. İBRAHİM'E GELEN ELÇİLERİN MAHİYETİ ÜZERİNE

Giriş

Kur'an ve Tevrat'ta yer alan İbrahim ve Lut kıssalarının ortak özelliklerinden bir tanesi de her iki resule de uğrayan "ziyaretçiler" sahneleridir. Önce Hz. İbrahim'e ve daha sonra Hz. Lut'a uğrayan, bu arada hem Hz. İbrahim'e hem de karısı Sara'ya; oğulları İshak'ı müjdeleyen bu ziyaretçiler; daha sonra Hz. Lut'u ziyaret ederek, Lut kavminin helâkini haber verirler.
Bilhassa Kur'an-ı Kerim'de yer alan kıssalardaki "ziyaretçiler" ile Hz. İbrahim, Hz. Lut ve Hz. Sara arasında geçen diyaloglar, kıssaları; tarihsel bir metin ve kuru bir diyalog olmaktan ziyade yoğun bir ibret ve öğüt dolu tevhidi mesajlar içeren mükâlemelerin aktarıldığı sahnelerdir.
Kıssaların, Kur'an ve Tevrat'ta geçen versiyonları arasında oldukça benzerlikler bulunmaktadır. Kur'an diyalogları, değişik surelerdeki ayetlerde beyan ederken buna mukabil Tevrat, kıssanın tümüne ait meleklerin ziyareti ve diyaloglarını, kronolojik olarak anlatmaktadır.
Kur'an'da, "ziyaretçiler" ile Hz. İbrahim, Hz. Lut ve Hz. Sara arasında geçen diyaloglar ve bu diyaloglarda geçen mesajlar değişik sahneler olarak aktarılmaktadır. Ancak bu tekrarlar ve diyaloglar motamot birbirinin aynı değildir.
Seri yazılarımızda "ziyaretçiler" ile resuller ve Hz. Sara arasında geçen sahneler ve diyaloglar üzerinde değişik incelemelerde bulunacağız. Bunlardan ilki olarak Hz. İbrahim ve Sara'yı ziyaret eden melekler üzerinde; “Elçiler (rusul) kelimesi genellikle “melekler” olarak algılanmıştır. Ancak doğrudan melekler kelimesinin değil de elçiler kelimesinin kullanılmasına bakılarak, bunların Hz. Lut’a yaptığı çalışmaların yoldan çıkmış bu körkütük halka bir fayda vermeyeceğini, buralarda boşuna uğraşıp durmamalarını, başka yerlere gitmelerini, bu tip insanlara artık sözün fayda vermediğini, bir gün başlarına bir afet gelip Allah’tan belâlarını bulacak bir topluluk olduklarını söyleyen erdemli ve dürüst kimi genç insanlar olduğu da düşünülebilir…”[1]denilerek, onların melek mi insan mı olduğu şeklinde oluşturulan şüphe üzerinde durarak; Resullere gelen ziyaretçilerin mahiyetini Kur'an, Tevrat ve İslam tefsir/Siyer kaynaklı olarak idrak etmeye çalışacağız.

Hz. İbrahim'i ziyaret eden resuller:

Hz. İbrahim ve Hz. Lut'u ziyaret edenler önce Hz. İbrahim'e daha sonra ise Hz. Lut'a uğrarlar. Kur'an, diğer resullerde olduğu gibi Tevrat benzeri olarak kronolojik silsile halinde bu ziyaretleri anlatmaz. Ancak Hz. İbrahim ve Hz. Lut'a uğrayan ziyaretçiler ile ilgili bölümleri değişik surelerde değişik anlatımlarla ve tekrarlar olarak zikreder. Dikkati çeken nokta ise Kur'an'ın, parçalar halinde beyan ettiği bu kıssalar, Tevrat'taki kronolojiye mutabık kalmaktadır. "Andolsun ki elçilerimiz, İbrahim'e müjde getirdiler ve: "Selam (sana)" dediler. O da: "(Size de) selam" dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi...Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü. Dediler ki: Korkma! (biz melekleriz). Lût kavmine gönderildik…Elçilerimiz Lût'a gelince, (Lût) onların yüzünden üzüldü ve onlardan dolayı içi daraldı da "Bu, çetin bir gündür" dedi."[2]
Hud suresindeki bu ayetlerde anlatılan ziyaretçiler kıssası, Tevrat'taki kronolojinin aynısıdır. Yani önce Hz. İbrahim'e ziyaret sonra Hz. Lut ve kavmine uğramak şeklinde ve bu ziyaretlerdeki kişilerle diyaloglar büyük benzerlikle anlatılmaktadır.
Şimdi Hz. İbrahim'e gelen ziyaretçilerin mahiyeti hakkında Kur'an ve Tevrat kıssalarındaki farkları inceleyelim. Tevrat'ın Tekvin kitabında yer alan ziyaretçiler kıssası şöyledir: "İbrahim günün sıcak saatlerinde Mamre meşeliğindeki çadırının önünde otururken, RAB kendisine göründü. İbrahim karşısında üç adamın durduğunu gördü. Onları görür görmez karşılamaya koştu. Yere kapanarak birine, "Ey efendim, eğer gözünde lütuf bulduysam, lütfen kulunun yanından ayrılma" dedi, "Biraz su getirteyim, ayaklarınızı yıkayın. Şu ağacın altında dinlenin. Madem kulunuza konuk geldiniz, bırakın size yiyecek bir şeyler getireyim. Biraz dinlendikten sonra yolunuza devam edersiniz." Adamlar, "Peki, dediğin gibi olsun" dediler. İbrahim hemen çadıra, Sara'nın yanına gitti. Ona, "Hemen üç sea ince un al, yoğurup pide yap" dedi. Ardından sığırlara koştu. Körpe ve besili bir buzağı seçip uşağına verdi. Uşak buzağıyı hemen hazırladı.İbrahim hazırlanan buzağıyı yoğurt ve sütle birlikte götürüp konuklarının önüne koydu. Onlar yerken, o da yanlarında, ağacın altında bekledi. "
Tevrat'taki bu kıssa sahnesinde, Kur'an'da anlatılan aynı kıssa sahnesi ile farklı ifadeler bulunmaktadır. Ve bu farklar da çok önemli özellikleri beyan etmektedir. Bunlardan birincisi "…Mamre meşeliği…". İkincisi; "…İbrahim karşısında üç adamın durduğu…". Üçüncüsü ise "…Onlar yerken…" ifadesidir.
Şimdi Kur'an'da anlatılan benzer sahneyi aktararak aradaki farklar üzerine yorumlarımızı sunalım. " Andolsun ki elçilerimiz) İbrahim'e müjde getirdiler ve: "Selam" dediler. O da: "Selam" dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü."[3]
Tevrat, bu günkü Filistin toprakları içerisindeki El-Halil, İbranice Hebron şehrinde yaşayan Hz. İbrahim'e ait "Mamre meşeliği"ni, coğrafik bir ayrıntı olarak vermektedir. Yani Tevrat kıssası, tarihsellik ön planda olarak, kronoloji ve coğrafyaya dair bilgiler barındırmaktadır. Kur'an-ı Kerim'deki kıssada böyle bir coğrafya verilmemiştir. Ancak Kur'an, Tevrat'ta yer alan bu coğrafyayı reddetmez. Bilakis Tevrat'ta yer alan bu kıssanın üzerine kıssasını bina eder ki, bu halde Tevrat'ta yer alan bilgiler eğer Kur'an'da farklı bir açıklama yoksa aynen tasdik edilmiş demektir.
Kur'an-ı Kerim, Hz. İbrahim'e uğrayan ziyaretçilerin sayısını açıkça vermezken, Tevrat bu ziyaretçilerin sayısını kesin bir biçimde "üç" kişi olarak belirtir. Buna mukabil Kur'an ifadelerinde ziyaretçileri "çokluk" olarak "rusulunâ" şeklinde ifade eder.
Kur'an ve Tevrat arasındaki en büyük ve en anlamlı fark ise ziyaretçilerin; Hz. İbrahim'in ikramlarını "yeme"lerindedir. Tevrat'a göre ziyaretçiler Hz.İbrahim'in ikramlarını yemektedirler. "..İbrahim hazırlanan buzağıyı yoğurt ve sütle birlikte götürüp konuklarının önüne koydu. Onlar yerken, o da yanlarında, ağacın altında bekledi… "
Oysa Kur'an'da anlatılan "ziyaretçiler" bu ikramı yememektedirler. Bu yüzden Hz. İbrahim'in, onların bu durumundan şüphe etmeye başladığı beyan edilmektedir. "Fe lemmâ reâ eydiyehum lâ tesilu ileyhi nekirehum ve evcese minhum hîfeh…""..Ellerini yemeğe uzatmadıklarını görünce, onları yadırgadı ve onlardan dolayı içine bir korku düştü…"[4]
İşte bu aşamadan itibaren Tevrat'ın muharrefliği gündeme gelmektedir. Kur'an kendinden önce nazil olan Tevrat ve İncil'deki kıssalar üzerine kendi kıssalarını inşa etmiştir. Dolayısıyla Kur'an, Tevrat ve İncil metinlerindeki gibi tarihselliğe önem vermez. Çünkü tarihselliğe ait veriler zaten bu evvelki kitaplarda vardır.
Buna mümasil Kur'an, Tevrat ve İncil'deki gibi kronolojik ya da tarihi anlamda kıssaları vazetmemiştir. Bunun nedeni zaten tasdik ettiği Tevrat ve İncillerde bu detaylar bulunmaktadır. Kur'an, kıssalar hususunda değişik bir yöntem izler. Tevrat ve İncil'de yer alan kıssaların vermek istediği mesaja uygun kısımlarını alarak bunları belagat, fesahat ve icazat yüklü mücmel anlatımlar olarak muhataplara sunar. Bunu yaparken aynı zamanda Tevrat ve İncil kıssalarındaki muharref yanları tashih eder. Dolayısıyla Kur'an'ın tashih ettiği şekle uygun Tevrat veya İncil kronolojisi ve diğer tarihsel öğeler Kur'anî bakış açısından doğruluk ifade eder.
Nitekim Hz. İbrahim ve Hz. Lut'a uğrayan "ziyaretçiler" kıssalarındaki, Kur'an ile Tevrat arasındaki en önemli farklardan biri olan "ziyaretçiler"in, sunulan yemeği yemesi sahnesini Kur'an; tashih ederek, "ziyaretçiler"in sunulan yemeği yemediklerini beyan etmektedir. Bu aşamada tabii olarak bunun ne önemi var sorusu akla gelmektedir.
İşte bu yazımızın konusu olan "Ziyaretçiler"in mahiyeti hususunda en kritik an ve cevap buradadır. Fahreddin Razi şöyle der: "Bil ki o misafirler, melek oldukları için, yemek yememişlerdir. Zira melekler, yemezler içmezler. O melekler, Hz. İbrahim'e, onun hoşuna gidecek bir durumda olmak için, misafir kılığında gelmişlerdir….İbrahim (a.s)'e gelince biz diyoruz ki: O, onların melek olduklarını ya bilmiyor, aksine onların beşer olduklarını zannediyordu yahut da onların melek olduklarını biliyordu. Birinci ihtimale göre, Hz. İbrahim'in korkmasının sebebi şu iki şey olabilir: a) Hz. İbrahim, insanlardan çok uzak bir yerde konaklamıştı. Bu sebepten, onlar yemekten kaçınınca onların kendisine bir kötülük düşündüklerinden endişelendi. b)Tanınmayan birisi misafir olarak gelip, kendisine yemek ikram edildiğinde, eğer o yemekten yerse, bir güven duygusu hâsıl olur. Yok, eğer yemezse, o zaman da korku meydana gelir. Onların, melek olduğunu bilmesi ihtimaline gelince, onun bu durumda onlardan şu iki sebepten dolayı korkmuş olması mümkündür: a)Hz. İbrahim (a.s)'in, o meleklerin, Allah'ın, yaptığını beğenmediği bir işten dolayı gelmiş olmalarından korkmuştur. b)O, meleklerin,   kavmine azâbetmek için gelmiş olmalarından dolayı endişelenmiştir. Buna göre eğer, "Bu iki ihtimalden hangisi doğruya daha yakın ve açıktır?" denilir ise, biz deriz ki: Hz. İbrahim (a.s)'in, onların Allah'ın melekleri olduğunu bilemediğini söyleyenler, şu şekillerde istidlal edebilirler: 1)Hz. İbrahim (a.s) onlar için, hemen yemek hazırlama gayretine girmiştir. Eğer o, onların melek olduğunu anlasaydı, bunu yapmazdı. 2)O, onların yemek yemekten geri durduklarını görünce, onlardan korkmuştur. Binaenaleyh eğer o, onların melek olduğunu bilseydi, yememelerinden bir kötü niyetleri olduğuna istidlal etmezdi. 3)Hz. İbrahim (a.s) onları, işin başlangıcında insan suretinde görmüştür ve bu da onların melek olmadıklarına delâlet etmiştir. Hz. İbrahim (a.s)'in onları tanıdığını söyleyenler de, Hak Teâlâ'nın,. "Onlar "Korkma, çünkü biz Lût Kavmi'ne gönderildik" dediler" (hûd 70) ayetini delil getirerek şöyle demişlerdir: "Bu söz, ancak onların kim olduğunu bilip, fakat hangi sebepten ötürü gönderildiklerini bilmeyen kimseye söylenebilecek sözdür." Sonra Cenab-ı Hak, meleklerin bu korkuyu Hz. İbrahim'den gidererek, "Korkma, çünkü biz Lût kavmine gönderildik" dediklerini beyan buyurmuştur ki bu, "Biz, Lût Kavmi'ne azab etmek için gönderildik" demektir. Çünkü bu sözde mukadder bir "azab" kelimesi vardır. Çünkü bir başka suredeki şu ayet buna delâlet etmektedir: "Onlar, "Biz, günahkârlar güruhuna gönderildik. Çünkü onların üzerine çamurdan taşlar atacağız" dediler" (Zariyat, 32-33)."[5]
Dolayısıyla Hz. İbrahim'e gaybi bir takım bilgiler arz eden –İshak'ın doğacağı, ardından Ya'kub'un geleceği, Lut'un kavminin helak edileceği gibi- bu ziyaretçilerin insan görünümündeki melekler olduğunu düşünmemiz ve öyle anlamamız gerekmektedir. Kur'an meleklerin gaybi haberlerini şöyle kıssa etmektedir: "O esnada hanımı ayakta idi ve (bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak'ı, İshak'ın ardından da Ya'kub'u müjdeledik."[6]     "Ey elçiler! (Başka) ne işiniz var?" dedi. Dediler ki: "Biz, suçlu bir topluma (onları helâk etmeye) gönderildik." "Ancak Lût ailesi hariç. Onların hepsini kurtaracağız."[7]    "Melek olan elçiler Lût âilesine gelince, Lût onlara: "Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz" dedi. Dediler ki: "Bilakis, biz sana, onların şüphe etmekte oldukları şeyi (azabı ve helâkı) getirdik. Sana gerçeği getirdik; biz, hakikaten doğru söyleyenleriz."[8]
Peygamberlere, onların tanımadığı insanlar olarak gelen ve yemek yemekten çekinen; gayb'ten haberler getiren "ziyaretçileri" ancak melekler olarak düşünebilmek mümkündür.
Kur'an-ı Kerim, Hz. İbrahim'e gelen "ziyaretçileri; "...rusulunâ…" "..elçilerimiz.."[9]Diyerek nitelendirmektedir.Bu hususta Kur'an'daki bir ayeti delil getirerek hem insan(suretinde) hem melek olan bu "ziyaretçilerin", Allah tarafından resul olarak tayin edilebileceğini ifade edelim. "Allâhu yastafî minel melâiketi rusulen ve minen nâs, innallâhe semîun basîr" "Allah, meleklerden de resûller seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir."[10]  Bu konudaki açıklamaları aşağıda yapacağımızı belirtelim.

Hz. Lut'a uğrayan "ziyaretçiler"

            Hz. Lut'a gelen "ziyaretçiler" de Hz. İbrahim'e uğrayan ziyaretçilerdir."Elçilerimiz İbrahim'e müjdeyi getirdiklerinde şöyle dediler: Biz bu memleket halkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın halkı zalim kimselerdir. Dedi ki: Ama orada Lût var! Şöyle cevap verdiler: Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve ailesini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı müstesna; o, kalacaklar arasındadır."[11]
            Tevrat da Lut'a(a.s) uğrayan "ziyaretçilerin", Hz. İbrahim'e uğrayan "ziyaretçiler" olduğunu şöyle belirtmektedir:[12]  "İki melek akşamleyin Sodom'a vardılar. Lut kentin kapısında oturuyordu. Onları görür görmez karşılamak için ayağa kalktı…"[13]"Adamlar oradan ayrılırken Sodom'a doğru baktılar. İbrahim de onları yolcu etmek için yanlarında yürüyordu….. Adamlar oradan ayrılıp Sodom'a doğru gittiler…."
Kur'an ile Tevrat'ın Lut kıssaları arasındaki farklı anlatım, "ziyaretçiler"in sayıları ve mahiyeti hususundadır. Kur'an Lut'a(a.s) gelen "ziyaretçiler"in tam sayısını ve vasfını açıkça melekler olarak belirtmezken Tevrat; bunun iki melek olduğunu beyan etmektedir. Hal böyle olunca Tevrat'ın Hz. İbrahim'e uğrayan "ziyaretçiler" ile Hz. Lut'a gelen "ziyaretçiler" arasında sayısal fark ortaya çıkmaktadır. Bilindiği gibi Hz. İbrahim'e uğrayan "ziyaretçiler"in sayısı "…İbrahim karşısında üç adamın durduğu…". Şeklinde, "üç" olarak verilmişti. Lut'u(a.s) "Ziyaret" edenler ise "iki" melek olarak belirtilmektedir.
Bu olguyu ya Tevrat'ın sonradan yazılması esnasındaki muharrefliğine ya da Hz. İbrahim'e uğrayan "ziyaretçiler"den bir eksik olarak Hz. Lut'a iki melek uğradığı şeklinde iyimser bir yoruma gitmek mümkündür.
Ancak bu noktada Kur'an'ın Hz. İbrahim ve Lut(a.s) kıssalarındaki çelişkisiz anlatımlarını vurgulamamız ve Kur'an-ı Kerim'in herhangi bir değişime uğramadığının bir delili olarak bu olguyu ifade etmemiz gerekmektedir.
Hz. İbrahim'e uğrayan "ziyaretçiler" hakkında Kur'an'ın anlatımlarından hareketle – "ziyaretçilerin" yemek yememesi ve gaybi haberler vermesi - onların melekler olması gerektiği sonucuna varmıştık. Gayb'den haber veren "ziyaretçiler"in bu konudaki haberlerine dair şu ayetleri de ilave edelim: Lut'a(a.s) gelen melekler, ona kavminin helak haberini vermiştir. Ancak Hz. Lut'un bilmediği bir diğer gaybi haber daha iletilmektedir. " Ona: Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de aileni de kurtaracağız. Yalnız, (azapta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesna, dediler. "Biz, şüphesiz, bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık gökten (feci) bir azap indireceğiz."[14] Bir peygamber olarak Hz.Lut'un bile bilmediklerini bilenler ve ona bu hususları tebliğ edenleri "…bunların Hz. Lut’a yaptığı çalışmaların yoldan çıkmış bu körkütük halka bir fayda vermeyeceğini, buralarda boşuna uğraşıp durmamalarını, başka yerlere gitmelerini, bu tip insanlara artık sözün fayda vermediğini, bir gün başlarına bir afet gelip Allah’tan belâlarını bulacak bir topluluk olduklarını söyleyen erdemli ve dürüst kimi genç insanlar olduğu da düşünülebilir…”[15]Diyerek nasıl değerlendirebiliriz.
"Tevrat'ın İbrahim kıssasında, Hz. İbrahim'e uğrayan "ziyaretçiler" anlatılırken açıkça belirtilmeyen onların melek vasfının; Lut kıssasında açıkça belirtildiğini gözlemlemekteyiz. "İki melek akşamleyin Sodom'a vardılar. Lut kentin kapısında oturuyordu…"[16] "Şafak sökerken melekler Lut'a, "Karını ve iki kızını al, hemen buradan uzaklaş" diye üstelediler, "Yoksa kent cezasını bulurken sen de canından olursun."[17]
Buradan şu sonuca ulaşmak mümkündür. Kur'an, Hz. İbrahim ve Hz. Lut kıssalarında açıkça vasıflarını belirtmediği meleklerin; yemek yememeleri, gaybi haberler sunmaları gibi onlara mahsus özellikleri belirterek bu "ziyaretçiler"in melekler olduğunu muhataplarına ihsas etmiştir.
Bunun yanı sıra Kur'an'ın; Tevrat'ın ellerinde bulunduğu Yahudi-Hıristiyan veya Tevrat'ta geçen Lut kıssasını bilen bir toplumun ortamına nazil olduğu unutulmamalıdır. Yani burada Kur'an ve Tevrat bağlamını dikkate almak gerekmektedir. Bu olgunun Kur'an kıssalarının mufassallaştırılmasındaki bir metod; Kur'an'i bir bakış olduğu gerçeğini de algılamamız gerekmektedir.
Bu aşamada müfessirlerin Hz. Lut'a uğrayan "ziyaretçiler"in mahiyeti hakkındaki görüşlerini de alıntılayalım.
Razî, Hz. Lut'a uğrayan "ziyaretçiler" hakkında şöyle demektedir: "O melekler sonra, Hz. İbrahim (a.s)'in yanından kalkıp, insan suretinde Lût (a.s)'a gittiler. Hz. Lût (a.s) onları insan sandı ve onlar hakkında, kavminden ötürü endişeye düştü. Çünkü onlar en güzel insanlar şeklindeydiler. "[18]
Taberî; "Misafir şeklinde gelen meleklerin Lut'un hoşuna gitmemesi ve sıkıntıya düşmesi, kavminin onlara sataşıp çirkin işlerini onlara da yapacaklarından korkmasındandır."[19]
İbn Kesir; "…Allah Teâlâ, ona yardımcı olmak üzere melekler gönderdi. Onlar (Melekler) müsafir kılığında Hz.İbrahim'e uğradılar…"[20]
Kurtubi'nin görüşü şöyledir:""Elçilerimiz Lüt'a geldikleri vakit o bunlar yüzünden kaygıya düş­tü." Melekler Hz. İbrahim'in yanından çıkıp gittiklerinde -Hz. İbrahim'in bulunduğu yer ile Hz. Lût'un kasabası arasında dört fersahlık bir mesafe var­dı- su almak isteyen Hz. Lût'un iki kızı melekleri gördüler ve bunların olduk­ça güzel bir görünüşe sahip olduklarını fark ettiler. Bunlara: Sizin durumunuz nedir ve nerden geliyorsunuz? Diye sordular. Melekler: Filan yerden geliyo­ruz ve şu şehre gitmek istiyoruz, dediler. Hz. Lût'un kızları; O şehrin halkı hayâsızlık işleyen kimselerdir, dediler. Bu sefer melekler, peki o şehirde bi­zi misafir edecek kimse var mı? Diye sorunca, kızları var dediler. Şu yaşlı adam diyerek, Hz. Lût'u işaret ettiler. Hz. Lût onların kılık kıyafetlerini görünce kav­minin bunlara kötülük yapacağından korktu ve "O bunlar yükünden kay­gıya düştü." Yani onların gelişlerinden hoşlanmadı."[21]
Mehmed Vehbi; "…Cibril-i Emin ve refikleri Hz. İbrahim'in huzurundançıkıp beşer suretinde ve güzel delikanlı kıyafetinde Hz.Lut'un huzuruna gelince…"[22]
Mevdudi şunları kaydeder: "Hz. Lut'un (a.s) tasalanıp kaygılanmasının nedeni, meleklerin yakışıklı, genç delikanlılar suretinde gelmiş olmasıydı."[23]
S.Ateş'te aynı görüşü paylaşmaktadır. "Melekler güzel delikanlılar şeklinde Lut'a gelince…"[24]
Sabuni'de aynı görüştedir."Tefsirciler şöyle der: Lût (a.s.) kavmine beddua edince, Allah bedduasını kabul etti ve onları yok etmek için meleklerini gönderdi…melekler, misafir kılığına girmiş güzel yüzlü gençlerdi. "[25]
Hicazî; "Cenab-ı Allah, duasına İcabet etti….Melekler Önce İbrahim Peygambere gelerek O'na îshak'ı, ardısıra da Yakub'u müjdelediler. Dediler ki; biz Lût kavmini helak edeceğiz. Çünkü ahâli zalim ve kâfirdirler. İbrahim (A.S.) dedi ki: İyi ama orada Lût vardır. Lût'un kim olduğunu da biliyorsunuz….Helak melekleri Lût'a geldiklerinde Lût, onlardan Ötürü fenalaştı ve hüzünlendi. Kalbi daraldı. Çünkü onlar güzel yüzlü, yakışıklı delikanlılar biçi­minde gelmişlerdi."[26]
B.Bayraklı; "..Ayette geçen elçilerden kasıt melekler yani Hz. İbrahim'e gelen meleklerdir. Hz. İbrahim'e müjde, Hz. Lût'a da kavminin helak olacağı haberini getirmişlerdi."[27]  M.Topbaş; "Elçilerimiz Lut'a gelince (Hud suresinde de anlatıldığı gibi) Lut (a.s.)'m içi daraldı, korktu, sıkıntı içine girdi. Gelen Melekler yakışıklı, erkek suretinde idi."[28]
M.Esed ise şöyle yorumlamaktadır: "Kur’an, sözü uzatarak Hz. İbrahim'in bu ziyaretçilerinin melek olduğunu ayrıca belirtmiyor; ama rusulunâ (“elçilerimiz”) tabiri çoğu zaman semavî elçiler anlamında kullanıldığı için, klasik müfessirlerin hepsi bu tabiri yukarıdaki anlatım akışı içinde de bu anlama yormuşlardır…Sözü geçen elçiler melek oldukları için (Kitâb-ı Mukaddes, Tekvîn xviii, 8'deki ifadenin tersine) yemek yemediler…Hz. Lût, ziyaretçilerinin eli yüzü düzgün genç insanlar olduğunu görmüş olmalı ki, sapık hemşehrilerinin saldırısına maruz kalacaklarına muhakkak gözüyle bakıyor…."[29]
İbrahim ve Lut kıssalarındaki "ziyaretçiler"in insan suretli, melekler olduğuna dair yine Kur'an'da, yer alan şu ayeti örnek vermek mümkündür.  "Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ "(Meryem) onlarla arasında bir perde germişti. Biz, ona ruhumuzu (Cebrail)  göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü."[30]  Dolayısıyla Hz. Meryem'e gönderilen melek de Hz.İbrahim ve Lut'a(a.s) gönderilenler gibi insan suretindedir.
Oysa Tevrat metinlerindeki kıssa anlatımlarında bu hususta tenakuz oluşmuştur. Hz. İbrahim kıssasında insan görünümlü meleklere yemek yedirilirken; Lut kıssasında onların melek oldukları açıklanmaktadır. Bu durum Tevrat'ın muharrefliğini gündeme getirirken; Tevrat ve Hıristiyan teolojisine ait meleklerin vasıfları ile ilgili kelamî! Bir problemi de ortaya getirmektedir.
Üzerinde durduğumuz bu olgu, Tevrat'ın muharrefliğinin bir yansıması olarak altının çizilmesi gereken bir olgu ve Kur'an'ın, Tevrat'ı nasıl tashih ve tasdik ettiğine dair delil olacak bir örnekliktir.

Meleklerin insan görünümü olgusu hakkında tespitler

Hz. İbrahim ve Hz. Lut'a uğrayan "ziyaretçilerin" melekler olduğunu belirledikten sonra üzerinde durmamız gereken konu; Cenabı Hakk'ın neden bu melekleri insan suretinde yolladığı ya da meleklerden elçiler olabilir mi nin cevabı üzerine olacaktır.
Cenabı Hakk, melekler ve insanlardan, resuller seçtiğini şu ayetiyle beyan eder: "Allâhu yastafî minel melâiketi rusulen ve minen nâs, innallâhe semîun basîr" "Allah, meleklerden de resûller seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir."[31]
Öncelikle Kur'an'daki melekler hakkında elçilikle görevlendirilmeye dair ayetlerden örnekler verelim. "…hattâ izâ câethum rusulunâ…"  Sonunda elçilerimiz gelip canlarını alırken "Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz tanrılar nerede?" derler. (Onlar da) "Bizden sıvışıp gittiler" derler. Ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler."[32]
"Em yahsebûne ennâ lâ nesmeu sırrehum ve necvâhum, belâ ve rusulunâ ledeyhim yektubûn" "Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil; yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadırlar."[33] "İki kaydedici sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir gözetleyici bulunmasın."[34]
Anlaşılacağı gibi Allah, melekleri de elçiler olarak vazifelendirmektedir. Yukarıda verdiğimiz ayetler insan kılığında olmayan "saf" haldeki meleklere ait örneklikler iken İbrahim, Lut ve Meryem kıssasında anlatılan "ziyaretçiler" insan görünümlü elçi-meleklere dair örnekliklerdir.
            Peki, Cenabı Hakk neden bu elçi melekleri, insan kılığında göndermiştir? Kur'an perspektifinde buna cevaplar şöyle verilmektedir. "Muhammed'e bir melek indirilseydi ya! Dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtırılmazdı. Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan suretine sokar onları yine düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük."[35] "Eğer dileseydik, içinizden, yeryüzünde yerinize geçecek melekler yaratırdık."[36] Bu ayeti kerime'lerde Cenabı Hakk, yeryüzünde yaşayan insanların nevinden onlara elçiler yolladığını beyan etmektedir. "Kul lev kâne fîl ardı melâiketun yemşûne mutmainnîne le nezzelnâ aleyhim mines semâi meleken resûlâ""Şunu söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik."[37]
Bu yüzden Allah, müşriklerin, melekleri görme isteğini reddetmektedir."Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin." Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara mühlet verilmez."[38]
Yaratılanşeytanın ağzından şöyle beyan etmektedir:"Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de: Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, şüphesiz ben de sizin yardımcınızım, dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve: Ben sizden uzağım, ben sizin göremediklerinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum; Allah'ın azabı şiddetlidir, dedi."[41]
isyanı ile Şeytan/İblis unvanını alan ve melekler ile aynı vasıfta "..(İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi…"[40]
Yine Cenabı Hakk, meleklerin insanlar tarafından görülmediği olgusunu, yine geçmişte bir melek olan "..meleklere, Âdem'e secde edin! diye emrettik. İblis'in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı…"[39]
Bu ayeti Kerime'denanlaşılacağı üzere Şeytan da, insanlar tarafından görülmediği gibi yaratılış olarak aynı vasıfta! Olan -ateş- melekler de insanlarca görünmemektedir. Ancak aynı maddeden yaratılmış olan Şeytan, melekleri görmektedir ve Cenabı Hakk bu vakıayı ayetle bildirmektedir.

Bu kaide; yani, insanlara, insan suretli elçiler yollanması ve meleklerin, insanlar tarafından görünmemesi kaidesi, aynı zamanda Hz. İbrahim, Hz. Lut'a ve Hz.Meryem'e uğrayan meleklerin insan suretinde olmasını açıklamaktadır. Çünkü yollanan "ziyaretçi" melekler aynı zamanda Hz. Sara, Hz. Meryem ve Lut'un kavmince yani insanlar tarafından görülen kimselerdir. Bu yüzden bu melekler insan suretinde yollanmışlardır.
Bundan dolayı da Hz. İbrahim ve Hz. Lut da onları, vahiy meleklerinden ayırt edememişlerdir. Benzeri bir vakıa Hz. Muhammed (s.a.v) zamanında "Cibril" hadisi adı verilen rivayette gerçekleşmiştir. "Yahya b. Ya’mur dedi ki: Sonra Abdullah b. Ömer bir hadis anlatmaya başladı ve dedi ki: Ömer b. Hattâb şöyle demiştir: Bir zamanlar Rasûlullah (s.a.v.)’in yanında idik. Bu esnada elbisesi bembeyaz saçları simsiyah bir adam çıkageldi. Üzerinde yolculuk izleri görülmüyordu, içimizden hiçbir kimse de kendisini tanımıyordu. Bu kimse Rasûlullah (s.a.v.)’in yanına geldi dizini Rasûlullah (s.a.v.)’in dizine yapıştırdı ve Ey Muhammed! İman nedir? Diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ahiret gününe, hayır ve şerri ile kadere inanmaktır. Sonra o adam İslam nedir? Diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in, Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet edip namazı kılmak zekât vermek haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır. Sonra o adam ihsan nedir? Diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) de şöyle buyurdu Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Sen onu görmesen bile o seni her an görmektedir. Ömer dedi ki: Tüm bu sorduğu sorularda Rasûlullah (s.a.v.)’in cevabı üzerine o kimse hep “doğru söylüyorsun” diyordu. Biz de bu adama hayret ettik, hem soru soruyor hem de doğru söyledin diyerek tasdik ediyordu. O adam tekrar sordu: Kıyamet ne zaman kopacaktır? Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: Kıyamet hakkında soru sorulan kişi; soran kişiden daha bilgili değildir. Bu sefer o adam kıyametin alametleri nedir? Diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.)’de şöyle buyurdu: Cariyenin hanımefendisini doğurması, (yani doğan çocuklar ana ve babalarına köle muamelesi yapacaklar) yalın ayak çıplak ve fakir koyun çobanlarını yaptırdıkları binalarla boy ölçüşürken görmendir. Ömer dedi ki: Bu olaydan üç gün sonra Rasûlullah (s.a.v.), benimle karşılaştı ve Ey Ömer! O soru soran kim idi! biliyor musun? O Cibril idi, size dini konuları öğretmeye gelmişti.” [42]
Peki, neden Hz. Sara ve Lut kavminin bu melekleri insan suretinde görmesi gerekmiştir? Bu sorulara cevaplar tamamen kendi kanaatimizle verdiğimiz cevaplardır, kesinlik arz etmez. Bize göre Hz. İbrahim gibi dev bir tevhidi örneklik abidesi insanı sonuna kadar destekleyen ve onun her anında ona dayanak olan Hz. Sara'nın; bu desteğinin mükâfatı olarak, Hz. İshak ile müjdelenmesi için bu "ziyaretçi" melekler vazifelendirilmiştir. Tıpkı Hz. Meryem'in, insan suretindeki melek aracılığıyla Hz. İsa ile müjdelenmesi gibi… Bu olgu aynı zamanda hem Hz. Sara'nın Allah katındaki değerini hem de Hz. İshak'dan başlayan İsrail oğulları peygamberleri silsilesinin önemine dikkat çekmektedir.
Bir diğer sebep ise Lut kavminin sapıklık boyutlarının ne derece ileri boyutlarda olduğunun; kıyamete kadar vurgulanmasını amaçlayan bir olgudur. Helaki hak eden boyuta ulaşan Lut kavmi sapkınlığının hem tescili hem helak nedeni hem de helak haberi aynı kıssada; güzel insanlar suretindeki meleklere sarkıntılığa tevessül edilmesi yaşanan örnekliği ile verilmektedir.
Yusuf suresinde anlatılan bu kıssada; Mısır'da, Firavun döneminde geçen bu olay, Lut kıssasındaki Lut kavminin sarkıntılığına uğrayan insan görünümlü meleklerin, bu insanlardaki, yakışıklı/güzel insan eşittir melek anlayışını en iyi şekilde anlatmaktadır.
Nitekim Lut'a gelen meleklerin güzelliği öyle dillere destan olmuştur ki bir darb-ı mesel gibi daha sonraki çağlara kadar uzanmıştır."Kadın, onların dedikodusunu duyunca, onlara dâvetçi gönderdi; onlar için dayanacak yastıklar hazırladı. Her birine bir bıçak verdi. (Yusufa): "Çık karşılarına!" dedi. Kadınlar onu görünce, onun büyüklüğünü anladılar. Ellerini kestiler ve dediler ki: Hâşâ Rabbimiz! Bu bir beşer değil... Bu ancak üstün bir melektir!"[43]


Sonuç

Diyerek nasıl değerlendirebilir ve hangi metodolojiye göre böyle tefsir edebilirsiniz. Yunus kıssasında; Hz. Yunus'un toplumunun vahye karşı olumsuz tutumu hakkındaki, keyfi kararının, tefsirini yapmadınız mı? Bir kavim hakkındaki kararı bir peygamber veremezken, "erdemli ve dürüst kimi genç" beşer/insan "Ziyaretçiler"e nasıl böyle bir karar verdiriyor sunuz?
Hz. İbrahim'e uğrayan "ziyaretçiler" hakkında Kur'an'ın anlatımlarından hareketle – "ziyaretçilerin" yemek yememesi ve gaybi haberler vermesi - onların melekler olması gerektiği sonucuna varmıştık. Kadim tefsir ve siyer kaynaklarının hemen tamamına yakını "Ziyaretçiler"in melekler olduğu kanaatini sergilediklerini de belirtelim. Bilahare gayb'den haber veren Lut'un(a.s) "ziyaretçiler"inin bu konudaki haberlerine dair şu ayetleri de ilave edelim: Lut'a(a.s) gelen melekler, ona kavminin helak haberini vermiştir. Muhtemeldir Lut peygamber "ziyaretçiler"in melekler olduğunu anladığında onların kavmini helak için geldiğini "…Lut (a.s.)'m içi daraldı, korktu, sıkıntı içine girdi..." sezmiştir, ancak Hz. Lut'un bilmediği/bilemeyeceği bir diğer gaybi haber daha iletilmektedirler. " Ona: Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de aileni de kurtaracağız. Yalnız, (azapta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesna, dediler. "Biz, şüphesiz, bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık gökten (feci) bir azap indireceğiz."[44] Bir peygamber olarak Hz.Lut'un bile bilmediklerini bilenler ve ona bu hususları tebliğ edenleri "…bunların Hz. Lut’a yaptığı çalışmaların yoldan çıkmış bu körkütük halka bir fayda vermeyeceğini, buralarda boşuna uğraşıp durmamalarını, başka yerlere gitmelerini, bu tip insanlara artık sözün fayda vermediğini, bir gün başlarına bir afet gelip Allah’tan belâlarını bulacak bir topluluk olduklarını söyleyen erdemli ve dürüst kimi genç insanlar olduğu da düşünülebilir…”[45]





Cengiz Duman
Araştırmacı-Yazar



Dipnotlar:

[1] İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur'an, c.I,s. 452.
[2] Kur'an/11Hud/69-70-77.
[3] Kur'an/11Hud/69-70.
[4] Kur'an/11Hud/70.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c.XIII, S.68-70.
[6] Kur'an/11Hud/71.
[7] Kur'an/15Hicr/57-59.
[8]Kur'an/15Hicr/61-64.
[9] Kur'an/11Hud/69; Kur'an/51Zariyat/31; Kur'an/15Hicr/57.
[10] Kur'an/22Hac/75.
[11] Kur'an/29Ankebut/31.
[12] Tevrat/18Tekvin/16-22.
[13] Tevrat/19Tekvin/1.
[14] Kur'an/29Ankebut/33-34.
[15] İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur'an, c.I,s. 452.
[16]Kur'an/29Ankebut/31.
[17] Tevrat/19Tekvin/15.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c.XIIIV, s.13.
[19] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, c. IV, s. 374.
[20] İbn Kesîr, Muhtasar Kur'an-ı Kerim tefsiri, c.IV, s.1848.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, c.IX, S.114–116.
[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Hülâsat'ül Beyan, c.IX-X, s. 4196.
[23] Mevdudi, Tefhimu'l Kur'an, c.IV, s.248.
[24] S.Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, c.VI, s.511.
[25] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, c.IV, s. 483.
[26] Muhammed Mahmud Hicazi, Furkan Tefsiri, c.IV, s. 509.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.IX, s.238-250.
[28] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, c.VI, s.80.
[29] M.Esed, Tefsiru Mesaj, c. , s. .
[30] Kur'an/19Meryem/16–17.
[31] Kur'an/22Hac/75.
[32] Kur'an/7Araf/37.
[33] Kur'an/43Zuhruf/80; Kur'an/86Tarık/4.
[34] Kur'an/50Kaf/17-18.
[35] Kur'an/6Enam/8-9.
[36] Kur'an/43Zuhruf/60.
[37] Kur'an/17İsra/95.
[38] Kur'an/15Hicr/7-8.
[39] Kur'an/7Araf/11.
[40] Kur'an/7Araf/12.
[41] Kur'an/8Enfal/48.
[42] Müslim, İman: 1; Nesâî, İman: 6; Ahmed b. Muhammed, İbn’ül Mübarek vasıtasıyla Kehmes b. Hasan’dan aynı senedle bu hadisin bir benzerini rivâyet etmiştir. Bu konuda Talha b. Ubeydullah, Enes b. Mâlik ve Ebû Hüreyre’den de hadis rivâyet edilmiştir. Tirmizî: Bu hadis hasen sahihtir. Ömer’den değişik şekillerde de rivâyet edilmiştir. Aynı hadis İbn Ömer’den de rivâyet edilmiştir. Sahih olan rivâyet İbn Ömer’in, Ömer’den yaptığı rivâyettir.
[43] Kur'an/12Yusuf/31.
[44] Kur'an/29Ankebut/33-34.
[45] İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur'an, c.I,s. 452.

İbrahimin misafirleri (Ahmet Baydar)

İBRAHİM’İN MİSAFİRLERİ

Ma’kûlât Hazreti

Varlıkların görülene ve görülemeyene doğru akışları, suyun buhara buharın suya dönüşmesi gibi fiziksel olduğundan izlenebilmektedir. Aynaya bakan kişinin suretiyle olan ilişkisi de, canlı yayının ekrandaki görüntüyle olan ilişkisi de böyledir. İzlenebilir, tekrarlanabilir ve geneldir. Temiz havadaki çiçekten yayılan rayiha gibi bazı dönüşümler görülemese de durum aynıdır. Fiziksel imkânlar birleşince görüntüler ve kokular var olmakta, bu imkânlar yok olunca görüntüler ve kokular da yok olmaktadır.
Gıdaların cana dönüşümü de bundan çok farklı değildir. Can gıdalarla vardır, gıdalar yok olunca can da yok olur. Ne var ki canın bedensel faaliyetleri göründüğü hâlde dimağda oluşturduğu faaliyetler görünmemektedir. Hâfıza, hayal, idrak, irâde, muhâkeme, kuşku, inkar, iman ve onlarla ilgili pek çok faaliyet duyular üstü kalmaktadır.
İnsan ruhunun hulûlî mi yoksa zuhûrî mi, a’razî mi yoksa cevherî mi olduğu tartışmasına girmeden şunu söyleyebiliriz. Kur’ân’da; Adem’e üflendiği belirtilen ruh ile, ona vahiy getirdiği ifade edilen er-ruh da ma’kûlat hazretindedir. Çünkü izlenir, tekrarlanır ve genel değildir. Kur’ân’da kendilerine iman edilmesi istenen  mukarrabûnkiramen katibin ve arşın etrafındakiler gibi (ulvî) melekler de böyledir.
Acaba bu melekler görünür mü?

Ulvî Melekler Görünür mü?

Âhirete inanmayanlar; Hz. Muhammed’in doğruluğunu sureten kabul et­mek, aslında reddetmek için, kendilerine gökten melek indirilmesini isterler. Bununla da yetinmez Allah'ın görünmesini isterler. Kur’ân, onlara şu cevabı verir:
“Büyüklendiler; büyük azgınlık ettiler. Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiçbir sevinç haberi yok!”[1]
Yani vahyi değil de bizzat vahiy meleğini istemekle kendilerini peygamberlerin yerinde gördüler. Hatta, "Beni göremeyeceksin" fermanına muhatap olan Peygamber’den de üstün gördüler kendilerini.[2]Oysa inkâr ettikleri bir ma’kûlü görmek istemişlerdi. Yani kendilerini kapatmışlardı. Bu nedenle görmeleri imkânsızdı. Nitekim Kur’ân, elçi olarak bir meleğin gelmesini ve kendilerine görünmesini isteyen münkirlere de bu beklentilerinin anlamsızlığı sadedinde şöyle demişti:
“Onu bir melek yapsaydık bir adam yapardık da düştükleri şaşkınlığa onları yine düşürmüş olurduk.”[3]
Bunun anlamı şudur: Onlara vahiy değil de bizzat melek gelseydi, onu zaten göremeyeceklerdi. Eğer o melek bir adam biçimine dönüşmüş olsaydı, o zaman da onun insanlardan farkı kalmayacaktı.Yani münkirler yine olmayacağına inandıkları birşeyi istiyorlardı. Ruh dünyalarını başka bir ihtimale kapatmışlardı.
Bunlardan; vahiy meleğinin münkirlere görünmeyeceği anlaşılabilir. Onun münkir bir kitle tarafından görülemeyeceği de dolayısıyla anlaşılabilir. İlginçtir, Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin vahiy meleğini görme talepleri olduğundan söz etmez. Aksine bir ayette; sahabenin, kendilerine yardım eden binlerce meleği görmediğinden bahseder:
“Allah, Resulünün ve müminlerin üzerine sekinetini indirdi ve gözle görmediğiniz ordular indirdi.”[4]
Yani müminler de kendi kalplerine güzel duygular telkin eden, düşmanlarının kalplerine korkular salan binlerce meleği görememişlerdir. Ulema,işte yukarıdaki ayetlere istinaden (ulvî) meleklerin görülemeyecekleri kanaatine varmışlardır.
Evet, bu ayetlerden kitlelerin onları asıl mahiyetleriyle göremeyecekleri anlaşılmaktadır. Fakat acaba onlar istedikleri bir şekle bürünüp de bazıfertlere görünebilirler mi?

Cibril Görünür mü?

Cibril’in sahabededen bazıları suretinde göründüğü şeklindeki haberler, tavzihe muhtaçtır. Çünkü yukarıdaki ayetler, meleklerin birçok insana birden görünmelerini olumsuzlamaktadır.Bu konudaki haberler, “elçiyi eğer melek yapsaydık onu bir adam yapardık” ayetinin, delalet etmediği manaya tefsiri gibidir.
Fakat bu konuda tavzihe muhtaç daha önemli bazı hususlar vardır. Hz. Muhammed’inCibrîl'i iki defa gördüğü şeklindeki yorumlar Kur’ân’a isnat edilmektedir.[5]Diğer yandan, Allah’ınruhu’nun, Meryem’e bir insan şeklinde göründüğü, bizzat Kur’ân’da açıkça beyan edilmiştir. Bu ruh da müfessirlerin cumhuruna göre Cibril’dir.[6]Diğer yandan, Hz. İbrahim’in Allah’ınelçilerini gördüğü bizzat Kur’ân’da beyan edilmiştir. Müfessirlere göre, İbrahim ve eşinin, Lut ve eşinin, hatta inkârcı kavmin de müşahede etmiş[7]olduğu bu elçiler, aralarında Cibril’in de bulunduğu meleklerdir.
Bu çıkarımlar, insanın metafizik öğeleri görememesi gerçeği ile çelişmez mi? İnanmayan toplum, sahabenin göremediklerini görmüş müdür? Eğer evetse bu imkânın bugün de devam etmesi gerekmez mi? Eğer melekler, insan kılığında görünebiliyorlarsa, hayvan suretlerinde de görünemezler mi? Bu kabuller, toplumları hurafelere sevk edip bilimde kuşkuya vesile olmaz mı?
Bu soruları, Kur’ân’da anlatılan İbrahim’in misafirleri olayını esas alarak cevaplandırmak istiyoruz.

Müjde Getiren Elçiler

İbrahim’in misafirleri olayı, en geniş şekliyle Hûd Suresinde yer alır. Bu bölüm Süleyman Ateş’in mealinde şöyle verilmiştir:
“69- Elçilerimiz İbrahim'e müjde getirip: "Selâm!" demişlerdi. O da "Selâm!" dedi. Çok durmadan hemen kızarmış buzağı getirdi.
70- Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içinde bir korku duydu. "Korkma, dediler, biz Lût kavmine gönderildik."
71- Ayakta durmakta olan karısı güldü, biz de ona İshâk'ı müjdeledik, İshâk'ın ardından da Ya'kub'u.
72- "Vay dedi, ben bir koca karı, bu kocam da bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şeydir!"
73- Dediler ki: "Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir ey ev halkı! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur."
74- İbrahim'den korku gidip kendisine sevinç gelince Lût kavmi hakkında bizimle tartışmağa başladı.
75- Çünkü İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Rabbine yalvarandır.
76- "Ey İbrahim, dediler, bundan vazgeç. Zira Rabbinin emri gelmiştir, mutlaka onlara geri çevrilmez azap gelecektir!'[8]
Olayın başında; elçiler müjde getirdiler deniyor. Bu, olayın mukaddimesidir. “Selamlaşma” bile bundan sonra gelmektedir. Ayrıca İbrahim (a.s.) ağırlamak için onlara yemek getirecektir. Demek ki Hz. İbrahim onları melek olarak değil tam birer insan olarak görmüştür.
Kur’ân okuyucusu, o misafirleri müjde getiren melekler olarak algılasa bile, Hz. İbrahim, onların önüne yemek koyana kadar bunun farkında değildir.Nitekim onların yemediklerini görünce endişelenmeye başlamıştır. Bunun üzerine misafirler, “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” derler. Bu arada İbrahim’in karısının ayakta durduğu ifade edilir. Bu değininin sebebi açık değildir. Sonra güldüğü dile getirilir. Onun gülüş sebebi ve bunun niçin zikredildiği de belirsizdir. Sonra ona İshak ve Yakup müjdelenir. Yakup oğul değil torundur. Bu zikrin sebebi de kapalıdır. Daha sonra “size” hitabıyla,ev halkına rahmet dilenir. “Siz” zamiri dil açısından erildir. Belli ki bu muhataplar arasında İbrahim de vardır. Zaten bundan sonra da İbrahim'den korkunun gittiği, kendisine sevinç geldiği ve Lut kavmi hakkında mücadeleye başladığı belirtilir.

Elçilerin Lut’a Gelişi

Meselenin Hz. İbrahim’le ve eşiyle ilgili kısmı burada bitmektedir. Ancak elçilerin Hz. Lut’a gidişleri ve olanların anlatımı şöyle devam etmektedir:
77- Elçilerimiz Lût'a gelince onlar yüzünden kaygılandı, onlar için arşını daraldı. "Bu, çetin bir gündür!" dedi.
78- Daha önceden kötü işler yapan kavmi de koşarak ona geldiler: Ey kavmim, dedi, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Allah'tan korkun, konukla­rımın içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?"
79- Dediler ki: "Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadı­ğını bilmişsindir. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin". 
80-"Keşke sizi savacak gücüm olsaydı, yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilsem!" dedi.
81- (Melekler) dediler ki: "Ey Lût, biz senin Rabbi’nin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden, karından başka hiç kimse geri dönüp bakma­sın. Çünkü ötekilerine erişen (azap) ona da erişecektir. Başlarına gele­cek azap zamanı sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?"
82- Emri­miz gelince oranın üstünü altına getirdik; üzerine de taş yağdırdık: ça­murdan pişmiş, hazırlanmış, istif edilmiş,
83- Rabbinin katında işa­retlenmiş (taşlar). Bu, zâlimlerden uzak değildir.”
Bu misafirlerin gerçek insanlar oldukları, aslında İbrahim’in onlara yemek değil de altından buzağı heykeli takdim ettiği, kabul etmedikleri için de onlardan korktuğu şeklindeki düşünmeler, en hafif ifadesiyle dile ve metne iftiradır. Kabul etmediklerini görünce onlara, “kabul etmez misiniz” manasında “yemez misiniz” dediğini düşünmek de akla ifiradır. Bu hâdisede izlenen bazı sıradışılıklar, misafirlerin gelecek olaylara ve ilahi kudrete elçilik yapması, onların Kur’ân dilindeki melekler olduğunu sarahatle göstermektedir.

Olayın Şeması

Mealini verdiğimiz bu anlatım, Kur’ân’da, üç yerde daha parçalar halinde tekrarlanmaktadır. Bunlardan birisi en kısa olanıdır. Burada, ilk anlatımın çatısına uygun şekilde, olayın sadece başı ve sonu hatırlatılmıştır.[9]
Diğer bir bölüm ise, ilk anlatımıntam bir özetidir. Yine olay yukarıdaki şemaya uygun olarak hülasa edilmiştir.[10]
Başka bir bölüm de, Hz. İbrahim’in kendisiyle ilgili müjdenin genişletildiği fragmandır.[11]Burada çocuk müjdesinin Hz. İbrahim’e verildiği ifade edilmektedir. Oysa ilk anlatımda bu müjdenin, eşine verildiği dile getirilmiştir. Binaenaleyh bazıları bu son fragmanın anlatım şemasına uymadığını ve hatta çelişki oluşturduğunu zannetmişlerdir. Bu yazıda cevabını bulacak hususlardan birisi de bu zandır.
Fakat herşeyden önce şu kadarını söylememiz gerekir. Bu ve benzer yanılmaların temelinde bu olayın iki ayrı kıssa gibi mütalaa edilmesi bulunmaktadır. Hz. İbrahim ve  Hz. Lut’un kişisel ve yerel yakınlıkları nedeniyle birleştirilen iki kıssa gibi düşünülmektedir. O zaman da anlatımdaki birçok önemli husus dikkatlerden kaçmaktadır.
Evet, Lut, Hz. İbrahim’in kardeşinin oğludur. Ancak onların bu anlatımdaki birlikteliğinin sebebi akrabalıkları olamaz. Çünkü İbrahim, imanı akrabalığa tercih eden bir isimdir. Olaylarının birleştirilme sebebi, ikisine aynı elçilerin gelmesi de olamaz. Çünkü o elçilerin âdeti zaten budur.
Bu olayın bir bütün olarak telakki edilmesini gerektiren, merkezinde de Hz. İbrahim’in bulunduğunu düşündüren hususlar vardır. Bütünlüğe delalet eden hususlardan birisi, iki yarının şemalarındaki mütekabiliyettir. Birinci kısmının şeması şöyledir: 1) Mukaddime. 2) Hz. İbrahim’in korkusu. 3) Misafirlerin Hz. İbrahim’i teskin edişleri.  4) Müjdeler. (Hanıma müjde verilişi ve İbrahim’e bereket müjdesi.) 5) Hz. İbrahim’in Lut kavmi helak edilmesin diye mücadele vermesi.
Olayın ikinci kısmının şeması da şöyledir: 1) Mukaddimeye karşı Elçilerin Lut’a gelişi. 2) Hz. İbrahim’in endişesine karşı, Lut’un endişesi. 3) Elçilerin İbrahim’i teskin edişine karşı, Lut’un kendi kavmini teskin etmeye çalışması. 4) Hz. İbrahim ve eşine çocuk müjdesine karşı, Lut ailesine necat ve eşine ve kavmine helak müjdesi. 5) Hz. İbrahim’in “kavim helak edilmesin” mücadelesine karşı, kavmin helak edilmesi.
İşte şemasını çıkardığımız bu iki yarıya Kur’ân’ın verdiği ortak isim İbrahim’in misafirleridir:
“İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?”[12]
“İbrahim'in misafirlerinden onlara haber ver.”[13]
Bu, oldukça düşündürücü olmalıdır. Çünkü her iki bölümde de bu adlandırmalardan sonra, olayın iki yarısı da tam olarak anlatılmıştır.
Bu iki bölümü bütünleştiren diğer bir husus, olayın ta başında misafirlerin, “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” demeleridir. Onlar “Korkma biz meleğiz!” dememişlerdir. “Korkma müjde getirdik!” de dememişlerdir. Daha İbrahim’e ve eşine çocuk müjdesi vermeden “Lut kavmine gönderildik!” demişlerdir.
Demek ki Lut’a gidişin, bizzat İbrahim’e gelişle bir bağlantısı söz konusudur.

Aslında Tek Olay

Elçilerin Hz. Lut’a gidişleri, Hz. İbrahim’e gelişlerinin devamıdır. Lut kavmiyle ilgili haber, rehberleri olan İbrahim’e gönderilmiştir. Olay bütündür. Bu bütünlüğün temelinde, Lut’un, İbrahim ailesinden oluşu bulunmaktadır. Nitekim helak olacak Lut’un eşi ve kavmidir. Ama zürriyetle müjdelenen İbrahim’in eşidir. Kurtarılacak olan Lut ailesidir, büyüyecek olan ise onun bağlı bulunduğu İbrahim’in ehlidir.
Böyle düşünmemizi gerektiren hususlardan birisi de, insanların görmesinin ve meleklerin gürünmesinin mahiyetiyle ilgilidir. İnsanın görmesi, fiziksel dönüşümlere ayarlıdır. Gördüğü şeyler de ölçülür ve yinelenirdir. Ayrıca sonucu da genel olur. Sahibini evrensel bilgiye götürür. Oysa metafizik varlıklar, ölçülür ve tecrübe edilir değildir. O zaman sonuç da genel olmayacaktır. Sahibini özel bir bilgiye ulaştıracaktır. Bu nedenle,mer’î olanların görünmesi umumi ise de gayr-i mer’î olanların görünmesi ferdî olmak durumundadır. Nitekim bu hususu teyit eden ayetlere yukarıda işaret etmiştik.
O zaman misafir elçiler olayının da, Hz. İbrahim’le başlayan ve onda biten ferdi bir ru’yet şeklinde gerçekleşmiş olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Elçiler önce İbrahim’e değil sadece ona gelmişlerdir. Bu hususta, fiziksellik ayarlarının değiştiği uykuda bizim için yeterli deliller bulunmaktadır.

Rüyâ; Görme

Çok insan rüya görür. Bu rüyalarda da fiziki kurallar aşılmaktadır. Nitekim kendi bedenlerini, uykuda uçarken görebilen çok kimse vardır. Kişi uçarken, aile efradının kendisine eşlik etmesi de olasıdır. Ama bütün aile efradının; aynı rüyayı, aynı detaylarla, aynı anda birlikte görmeleri duyulmamıştır. Çünkü aile fertlerinin cinsleri, yaşları, ihtiyaçları, özlemleri, idealleri, inanç düzeyleri, kültürleri, bilgileri, hayal kuvvetleri ve ruhi tekâmülleri farklı farklıdır.
Tuzlu peynir yiyenin rüyada su görmesi olasıdır. Tuz ile rüyadaki su arasındaki ilişkinin fiziksel olduğu da düşünülebilir. Rüyasında uçtuğunu gören kimsenin, bu görüntü ile uyuyan bedeni arasında fiziksel bir ilişki de ihdas edilebilir. Lakin psikolojik sebeplerin müessir olmadığı birçok rüya vardır. Tamamen ruhsal cevherle gerçekleşen ve gelecekten haber taşıyan rüyalar insanlığın marufudur. Bunlar, Jung’un, başka bir kaynaktan geldiğini ve insanı yücelttiğini söylediği rüyalardır.[14]Eski Ahit ve Yeni Ahit gelenekleri de bunun ayrı ayrı tanıklarıdır.[15]
Eski dünyanın algısına göre, rüyada görülenler, gerçekleşmeyecek şeyler değildir. Bu nedenle rüyalara, günümüzde olduğundan çok daha fazla değer verilmiştir. Kadim Arapça'da, uyanıkken görme ile rüyada görme arasında fark bilinmemektedir. Nitekim ra’â fiili, fiziksel görme için de rüyada görme için de ortak kullanılmıştır.[16] Bazı hadislerde; müminin rüyası, peygamberlikten bir cüz,[17] peygamberliğin kırk altıda biri olarak nitelenmiştir.[18]
Rüya’nın sıradışılığına Kur’ân-ı Kerim de tanıklık etmektedir. Kur’ân dilinde uyku durumuna menam, düşlere hulm, karışık düşlere edğâs, gelecekten haber taşıma değeri olan görmelere ise rüya denmiştir.[19]Rüyanın benzerlerinden farkı, geleceğe ait haberler taşıması nedeniyle tevilinin yapılması gerektiğidir. Hz. Yusuf’u zindandan kurtaran da bir rüya tevilidir.[20]

Temessül; Görünme

Kur’ân, mahiyeti açısından rüyadaki görmenin nesnesi durumunda olan görünmeden de söz etmiştir. Bu da temessüldür. Kelimenin kökü m-s-l dir. Kur’ân, benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan söze mesel der.[21]Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan heykele timsal der.[22]Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan ma’kûlâta ise temessül der. Böyle bir olay Hz. Meryem için gerçekleşmiştir:
“Ona ruhumuzu gönderdik ve ona tam bir beşer olarak temessül etti.”[23]
Ayette temessül eden, görüntüsü ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan Cibril’dir. Bu, tıpkı Cibril’in bir bilge olarak Hz. Musa’ya temessül edip hayatının tevilini üç meselede kendisine öğretmesi gibidir.[24]Bu, duyuların ve aklın değil ruhun işidir. Ruh’un ruhta var edilmesidir. Genel değil özeldir. İman ve inkâra açık bir durumdur. Mahsûsâttan olmadığı içingenel tarafından izlenmemiştir. O zaman meleklerin, temessül yoluyla görülebileceğini kabul etmenin işi safsataya götüreceği şeklindeki bir kaygı da yersiz ve anlamsız olacaktır.
Ayrıca temessülde, rüyadakiler gibi müşahede edenin yadırgadığı şeyler olmaktadır. Hz. Meryem de,[25]Hz. Musa da[26]gördüklerini yadırgamışlardır. Öyleyse şu tespitimiz yerinde ve hatta gerekli olmaktadır. İbrahim’in yadırgadığı misafirler olayı da, rüya ve temessül gibi tevil edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir haber olmalıdır.
Bu tespitin yerindeliğinin delillerinden birisi de Kur’ân’daki hadîs kelimesidir.

Hadîs; Vahiy, Haber

Arapçada uyanıkken olsun, uyurken olsun, kulak yoluyla olsun vahiy yoluyla olsun, insanın mülaki olduğu sözlere ehâdîs denmiştir.[27]Kelime, Kur'an’da da kullanılmıştır:
"Rabbin seni seçecek ve sana ehâdîsin tevilini öğretecek.”[28]
Buradaki ehâdîs, rüya vasıtasıyla alınan haberlerdir. Başka bir anlatımla bu hadîsler Hz. Yusuf’un tevilini bildiği rüya haberleridir. Bu tür haberler zaman kavramını aşar. Geleceği bu­günden bildirir. Metafiziğin fizikten önce olduğunu ispat eder.
İşte burada dikkat çekici bir hususla karşılaşmaktayız: Misafirler olayını, rüyada görünenlere benzetmiştik. Bu nedenle tevil edilmesi gerektiğini söylemiştik. Şimdi de rüyada görünenlere ve tevil edilmesi gerekenlere Kur’ân’ınhadîs dediğini görüyoruz.
Bu durum, konumuz açısından gerçekten çok dikkat çekicidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, dört kez tekrarladığı Misafirler olayında gerçekleşenlere de hadîsdemektedir:
“İbrahim'in şerefli misafirlerinin hadîsi sana geldi mi?”[29]
Önceki ayette hadîsler, tevili yapılması gereken haberlerdir. Sonraki ayette ise hadîs, elçilerin Hz. İbrahim’e ulaştırdığı haberdir. O zaman şu tespitimiz bir kez daha teyit edilmiş olmaktadır: İki ayrı kıssa olarak okuduğumuzmisafirler olayı aslında ferdi bir görme, burada alınan haberler de tevili yapılması gereken hadistir.

Hadîsler Tevil Edilmelidir

Rüyalardaki haberler her zaman şimdiye ve buraya ait olmaz. Onlar çoğu zaman öznenin mazisine, beklentilerine, ideallerine, ruh hâline ve nefsî kemaline ait olur. Bir peygamber söz konusu ise elbette gayba ait de olabilir. Ne var ki özne, fiziksel hayatla ve şimdiyle sınırlıdır. Bu nedenle geçmiş, gelecek ve gayb haberleri, ancak onun bildiği nesneler üzerinden verilebilir. Artık yapılması gereken; öznenin ihtiyaçlarına, eğitimine, kültürüne, tecrübelerine ve ruhi tekâmülüne göre o nesnelerin tevil edilmesidir. Yani hadisler’in fizikileştiren tefsiri değil tahkikine yönelen tevili gereklidir.
O zaman da misafirler olayını tefsir etmek için gerekçe yapılan şu sorular ehemmiyetini yitirecektir. Meleklerin sayıları üç müydü, onüç müydü? Onlar hangi meleklerdi? Bir haber için neden çok sayıda gelmişlerdiYemeyecekleri bir yemeğin gelmesini neden beklemişlerdi? Müjde vermeye geldikleri hâlde niçin korkutmuşlardı? Çocuk müjdesini İbrahim’e mi yoksa eşine mi vermişlerdi? Hanımı neden ayakta duruyordu? Niçin gülmüştü? Yaşlı bir adamın ve kısır kadının çocukları nasıl olacaktı? Müsrif kavmin erkekleri de melekleri görmüşler miydi?
Bu ve benzeri sorulara tefsir yoluyla cevap aramak anlamsızdır. Aslındao cevaplarda isabet etmek de imkânsızdır. Çünkü bu, tevil edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir hadis’tir. Tevilin ilk adımı ise, yukarıdaki soruların geri plana ittiği şu düşünme noktasıdır: İbrahim ve eşinin yaşlılıkta çocuk sahibi olmalarının, Lut kavminin helak edilmesinin, Lut ailesinin kurtarılıp karısının geride bırakılmasının, bunların her birinin dini anlatım açısından yalnız başına hiçbir değeri yoktur. Ancak hepsi bir arada bir değer ifade edecek, hepsi de müjde olarak nitelenebilecektir.

Birinci Müjde; Kavmin Devamı

Dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, doğum yapacak kadının adı yoktur. Ama henüz doğmamış oğlunun adı vardır. Gülen kadının oğlunagülmek mastarından yapılmış kelimeyle İshak denmiştir. Bundan daha garibi ise çocuğu henüz doğmamış kadına, torununun kendi adıyla müjdelenmesidir. Ona da takip mastarından alınmış bir kelimeyle Yakup denmiştir. (Rivayetlere göre kadın bu torununu dünya gözüyle görememiştir.) Bütün bunlardan anlaşılan şudur. Bu salt bir doğum müjdesi değildir. Bunun zürriyet müjdeleyen bir üslup olduğu gayet açıktır.

İkinci Müjde; İlmin Devamı

Yine dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, Hz. İbrahim’e müjdelenenler arasında oğlunun adı yoktur. Bu elbette önemlidir. Çünkü o gülmemiştir. Fakat çocuktan “alîm” niteliği ile bahsedilmiştir.[30]Çünkü İbrahim’in kendisi, nübüvvetiyle ilim simgesidir. Nitekim torunun da adı anılmamış, ondan hiç bahsedilmemiştir. Bu çok daha önemlidir. Çünkü iman çizgisi için bu şart değildir. Bu üslubun da zürriyet müjdesinden ziyade, nübüvvete işaret eden bir beşaret olduğu gayet açıktır.
Bu durumda eşine verilen haber, İsrailoğullarının müjdesi ise de, Hz. İbrahim’e verilen haber aynı zamanda İsmailoğullarının beşaretidir. Ancak Elçilerin İbrahim’e getirdiği haber sadece bu kadar değildir. Beşaretler, müsrif kavmin helaki ile tamamlanmaktadır.

Üçüncü Müjde; Kavmin Helaki

Hadîs’in bütün fragmanlarına dikkat edilirse, Lut kavmine, yukarıdan işaretlenmiş siccilden taşlar ve tînden taşlar gönderileceği bildirilmiştir.[31]Ancak bu, Hz. İbrahim’e temessülde verilen hadisin lafzıdır. Tevili ve tahakkuk etmiş şekli değildir. Tevili ve tahakkuku elbette farklı olabilecektir. Nitekim o kavim, üzerine bir fırtına ve yıkıcı bir yağmur gönderilerek helak edilmiştir. Bunu bizzat Kur’ân dile getirmiştir:
“Onların üzerlerine bir fırtına gönderdik.”[32]
Yine hadîs’in lafzına göre Hz. Lut, misafirlerini kurtarmak için “İşte size kızlarım!” demiştir.[33]Başka bir bölümde de “Yapacaksanız işte kızlarım!” demiştir.[34]Kavmin erkekleri ise “Ne istediğimizi bilirsin!” şeklinde itiraz etmişlerdir.
Bu diyalogdan elbette Hz. Lut’un temiz kadınları, müsrif erkeklere takdim ettiği anlaşılamaz. O erkeklerin meleklere saldırdıkları anlamı da çıkarılamaz. Çünkü bunlar hadis’in lafzıdır. Hz. İbrahim’in temessülde müşahedesi böyledir. Tevili yapılması ve tahakkuku beklenmesi gerekir. Aslında bunlar simge sözlerdir. Sahiplerinin hayallerini, inançlarını, ideallerini ve hayat tarzlarını simgelemektedir. Gerçek hayatta ise kuşkusuz süregelen peygamberlerin temiz nikâh sünneti şeklinde tahakkuk etmiştir.

Sonuç

Tefsir faaliyetleri, İbrahim’in misafirleri hadîs’inin niçin anlatıldığını unutturmuştur. Kur’ân-ı Kerim, burada meleklerin temessül keyfiyetini anlatıyor değildir. Anlatımı zorlaştırarak kalan boşluk, kapalılık ve zorlukları müfessirlere havale ediyor da değildir. Kur’ân, toplumsal kader ilkesini konu edinerek Hz. İbrahim’in peygamberlik haberi üzerinden muhataplarına mesaj vermektedir. O mesaj da şudur: cinsellikte müsrif ve kullukta mücrimkavimler helak edilir. Buna mukabil iman ve salah üzere bulunan aileler de bereketlenir.
Hicret öncesi Mekke’sine duyurulan işte budur. Onlara zımnen, “Helak ve bereket tarihi tekerrür edecek” denmektedir. Nitekim sünnetullah gereği; müsrif ve mücrim Mekke yönetimi aynı akıbetle dağılmış ve iman ailesi de büyüyerek bereketlenmiştir. İbret alınmazsa tarih tekerrür edecektir.
Doğrusunu Allah bilir.


[1]Furkân 25/21-22.
[2]A'râf, 7/143.
[3]En’âm 6/9.
[4]Tevbe 9/26.
[5]Bkz. Necm 53/5-16. ayetlerin tefsirleri.
[6]“Ona (Meryem’e) ruhumuzu gönderdik ve ona tam bir beşer olarak temessül etti.” Meryem 19/17.
[7]Bkz. Hûd 11/69-83, bölümün tefsiri.
[8]Meal, Prof. Dr. Süleyman Ateş’in, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri adlı eserinden alınmıştır.
[9]Ankebût 29/31-32.
[10]Zariyât 51/24-32.
[11]Hicr 15/52-60.
[12]Zâriyât 51/24.
[13]Hicr 15/51.
[14]Erich Fromm, Rüyalar Masallar Mitoslar (Sembol Dilinin Çözümlenmesi) Çevirenler: Aydın Arıtan, Kaan H. Ökten, İstanbul 2003.
[15]İbranicede mar’eh, Grekçe de horama.
[16]Yusuf 12/4.
[17]Ahmed b. Hanbel, Müsned. No: 14681.
[18]“Müslümanın rüyası", bkz. Tirmizî, Sünen no: 2279.
[19]Yusuf 12/5. Bkz. 12/43, 44. İsrâ 17/60.
[20]Yûsuf 12/36-7.
[21]Zümer 39/29.
[22]Çoğulu temâsîl, bkz. Enbiyâ 21/52.
[23]Meryem 19/17.
[24]Kehf 18/78.
[25]Hz. Meryem şöyle demiştir: "Ben senden Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah'tan korkuyorsan (dokunma bana).” Meryem 19/18.
[26]Kehf 18/71, 74.
[27]Ragıb el-Isfehânî, Müfredât. Ebu’l-Bekâ, Külliyât.
[28]Yusuf 12/6.
[29]Bkz. Zâriyât 51/24.
[30]Hicr 15/52-60.
[31]Hicr 15/74, Zâriyât 51/33.
[32]Kamer 54/34. A’râf 7/84.
[33]Hûd 11/78.
[34]Hicr 15/71.

Giriş
Bir âyette, Hz. Musa’nın, asasını bırakınca ince bir yılan (cânn) gibi hareketlendiği,[1] başka bir âyette kıvrak bir yılan (hayye) olduğu,[2] bir başka âyette ise açık bir ejderha (su’bân) olduğu beyan edilmiştir.[3] Kur’an’ın bu beyanları, genelde şu iki sorunun doğmasına sebep olmaktadır. O âsâ, bu üçünden hangisi olmuştur? Kuru ağacın, hayvana dönüşüp hareketlenmesi nasıl izah edilebilir? Hz. İbrahim’in misafirleri, Hz. Davut’un davacıları, er-Ruh’un Hz. Meryem’e görünmesi ve Kur’an’da ifade edilen daha birçok meseleden benzer soruların doğması muhtemeldir.
Bilindiği gibi, klasik dönem müfessirlerinin bu tür sorulara cevapları genelde “mucize” anlayışı çerçevesinde odaklanmıştır. Bu “mucizeli” izahları ikna edici bulmayan alternatif düşünmeler ise geçmişte kimi zaman “zındıklık” olarak nitelenmiş, kimi zaman da değersiz izahlar olarak kayda geçirilmiştir. Oysa neredeyse üzerinde ittifak edilen bu “mucizeli” izahlar yanında, ilahî sünnet değişmezlik vahyetmektedir. Tabiattaki âyetler, sürekli âdet telkin etmektedir. Temkin yasaları ibadullaha genelliğini ilan etmektedir. Kaldı ki aşağıda ele alacağımız veçhile; mucizeli izahlarda, Kur’an mesajının vazettiği bazı ilkeler çiğnenmekte, ilahi metnin dili ve üslubu açısından ortaya çıkan bazı teknik sorunlar örtbas edilmekte ve tedebbür gereksiz görülmektedir.
İşte bu nedenlerle; işaret ettiğimiz mucizeli anlatımlara alternatif bakışlar günümüzde teceddüt etmiştir. Ancak vahyin nüzul atmosferine ve metne uzaklık, gelenekte kemikleşen kanaatlere cevap verme gayreti ve çağdaş zihinlere izah çabası gibi unsurlar hesaba katılırsa, bu yenilenen bakışlarda denge sorunu yaşanmasının doğal olacağı kabul edilmelidir. Nitekim öyle de olmaktadır. Bu bakışlarda da, kimi zaman geçmişte ittifakla “mucize” olarak algılanan bir meselenin, “temkin” yasalarına mutabık yeni izahı bulunduğunda hemen kabullenilmekte, ama izahında zorlanılan bir meselede hemen “mucize” kabulüne dönülerek tam bir tutarsızlık sergilenmektedir. Kimi zaman mesajın, metnin ve aklın ilkeleri zorlanmakta, kimi zaman mucizeleştirmeye konu olan birçok bölüm masal ve mitos dili ile izah edilmektedir.[4] Bu arada en ilginç olanı ise metnin söz akışının ve dilin iç kurallarının zorlanmasıdır. Hz. İbrahim’in, misafirlerine ikram ettiği şeyin kızarmış buzağı değil de buzağı heykeli olduğunun ileri sürülmesi böyledir. Hz. Musa’nın yaptıklarının mucize olamayacağına göre ancak sihir olabileceği şeklindeki yorumlar da bu türdendir. İşaret ettiğimiz bu iki bakışı, kayda değer bulmadığımız için üzerinde de durmayacağız. Ancak arayış içinde olanlara alternatif olması umuduyla; Hz. İbrahim’in misafirleri ile Hz. Musa’nın asası meselesine, geleneğimizde bilindiği hâlde günümüzde üzerinde durulmayan bir pencereden bakmak istiyoruz.
MELEKLER
Allah’ı Aciz Bırakamazsınız
Kur’an-ı Kerim, Allah’ın kavli ile fiili arasında nitelik ayrımı yapmaz. “O’nun kavli, fiiliyle ilgilidir” demek bile Kur’an üslûbu açısından sorgulanması gereken bir söz olur. Çünkü “Ol” der ve olurun anlamı,[5] O’nun kavlinin, bizzat fiilî olarak tezahür etmekte olduğudur. Vahiy de böyledir. Vahiy, indirilme safhasında Cebrail’in kavlidir. Bu safhada yaratıcıdır. Karşı konulamaz. Peygamberlerin kalbinde, kelamı kendisi inşa eder. “Temizler (melekler)den başkası el süremez.”[6] Beşerî kalıplara dökülünce yaratılmış olur. Artık kelam, kelime olmuştur. Bu nedenle, tekvinî olana da tenzilî olana da kelime denmiştir. Allah’ın kelimeleri aynı karakterdedir. Birbirine müteşâbih, birbiriyle uyumlu ve çelişkisizdir. Kelimelerden oluşan kevnî ve tenzilî âyetler de böyledir. Kelime ve âyetlerin karakteri, melekilik üzere bulunmaktır. Onlarda tebdil, tağyir ve mahv bulunsa da bu dönüşümler ilkelidir. Sadakat, âdet, uyum, belirlenmişlik, kitabilik ve değişimsizlik esastır. Hiç bir varlık halkî ve melekî tabiatın dışına çıkamaz. Âdemin hilafeti de, evrendeki bu halkî ve melekî okumalardan edineceği ilimle imkân bulmaktadır. Allah’ın kelimelerinde bir kez bile şeytanet, tefâvüt, infitâr, intisâr ve fütûr olsaydı, insan asla ilim elde edemezdi.
Kur’an üslubuna muvafakatle söylenecek olursa; Allah’ın kelimeleri bitmez. Yani zatı gibi kelimeleri de kuşatılamaz. Söz gelimi, yerçekimi, O’nun hem kavlî ve hem de fiilî kelimesidir. Yerçekimine zıt olan kaldıran kuvvetler de, O’nun kavli ve fiili içinde, kuşatılamazlığını bir kat daha artırır. O’nun işleri böyle paradoksal görünse de anlaşılabilirdir. Çünkü özünde çelişkisizdir. Kurallı ve geneldir. Değişmez bir âdet üzeredir. Zaten Allah’ın âdetinde ihtilaf olduğunu düşünmek, kavlinde de ihtilaf bulunduğunu sanmak olur. O’nun fiilinde çelişkiler olabileceğini düşünmek, bazı sözlerinde de çelişki olabileceğini düşünmek olur. Tabiî işleyişte kitabiliğin olmadığını düşünmek, onları oluşturan emirlerin kitabının bulunmadığını iddia etmek olur. O’nun, insanı aciz bırakan işlerinde âdetini aciz bırakan mucize aramak, emir ve yasaklarında ilkeleri yok sayan hüküm aramak olur. Bu da Allah’ı aciz bırakmaya çalışmak (mu’âcizîn) ile aynı anlama gelir. Nitekim “Allah’ı acze düşürme” anlamı veren bu kelime ile “mucize” aynı köktendir. Ancak anlam kazandıkları yerde, biri “Allah’ı acze düşürmek” diğeri de “insanı acze düşürmek” olmuştur. Kur’an, mucizeyi hiç kullanmadığı hâlde yirmiden fazla yerde “Allah’ın acze düşürülmesi”nden bahis açmıştır: “Siz, yeryüzünde (O’nu) aciz bırakamazsınız.”[7] Bu konudaki âyetlerin konusu tabiat mıdır yoksa vahiy midir? Yani Allah’ın aciz bırakılmaya çalışıldığı âyetler nesnel midir yoksa sözel midir? Bu tayin edilmemiştir. Aslında bunu aramaya gerek de yoktur. Çünkü O’nun işi, sözünün aynıdır. O’nun işine nankörlük etmek, sözüne nankörlük etmektir. Âdetini yalanlamak, adaletini yalanlamaktır.
Ma’kûlât Hazreti
Varlıkların görülene ve görülemeyene doğru akışları izlenebilmektedir. Suyun buhara, buharın suya dönüşmesi gibi fizikseldir. Aynaya bakan kişinin suretiyle olan ilişkisi de, canlı yayının ekrandaki görüntüyle olan ilişkisi de böyledir. İzlenebilir, tekrarlanabilir ve geneldir. Temiz havadaki bir çiçekten yayılan rayiha gibi bazı dönüşümler görülemese de durum yine aynıdır. Fizikî şartlar birleşince görüntüler ve kokular var olmakta, bu imkânlar yok olunca görüntüler ve kokular da yok olmaktadır. Gıdaların cana dönüşümü de bundan çok farklı değildir. Can gıdalarla vardır, gıdalar yok olunca can da yok olur.
Ne var ki canın bedensel faaliyetleri göründüğü hâlde, dimağda oluşturduğu faaliyetler görünmemektedir. Hâfıza, hayal, idrak, irâde, muhâkeme, kuşku, inkâr, iman ve onlarla ilgili pek çok faaliyet duyular üstü kalmaktadır. İnsan ruhunun; hulûlî mi yoksa zuhûrî mi, arazî mi yoksa cevherî mi olduğu tartışmasına girmeden şunu söyleyebiliriz. Kur’an’da; Âdem’e üflendiği belirtilen ruh ile ona vahiy getirdiği ifade edilen er-ruh, ma’kûlat hazretindedir. Aralarındaki iletişim de istendiğinde tekrarlanabilir, izlenebilir ve genel değildir. Kur’an’da kendilerine iman edilmesi istenen mukarrabûn, kirâmen katibîn ve arşın etrafındakiler gibi ulvî melekler de böyledir. Acaba bu meleklerin kendileri görünür mü? Ahirete inanmayanlar; Hz. Muhammed’in doğruluğunu kabul etmeye gerekçe olması için kendilerine gökten melek indirilmesini talep ederler. Bununla da yetinmez, Allah’ın görünmesini isterler. Kur’an onlara şu cevabı verir: “Büyüklendiler; büyük azgınlık ettiler. Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiçbir sevinç haberi yok!”[8] Vahye inanmayanlar, bizzat vahiy meleğini istemekle kendilerini peygamberlere denk görmüşlerdir. Hatta kendilerini, “Beni göremeyeceksin” fermanına muhatap olan Peygamber’den üstün görmüşlerdir.[9] Oysa çelişki içindedirler. Körün rengi görmek istemesi gibi, inkâr ettikleri ma’kûlü görmek istemişlerdir. İmkânsızın peşindedirler. Böyle yapmakla, nübüvveti kabul etmeye değil, aslında reddetmeye gerekçe aramışlardır.
Nitekim Kur’an, onlara elçi olarak bir meleğin gelmesinin ve kendilerine görünmesinin imkânsızlığı sadedinde şöyle demiştir: “Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar, onları yine düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük.”[10] Bunun anlamı şudur: Onlara vahiy değil de bizzat melek gelseydi, onu zaten göremeyeceklerdi. Eğer o melek, adama dönüşmüş olsaydı, o zaman da insanlardan farkı kalmayacaktı. Aslında onlar, olmayacağına inandıkları şeyi istiyorlardı. Yukarıdaki âyetlerden; vahiy meleğinin münkirlere görünmeyeceği doğrudan anlaşılabilir. Onun bir kitle tarafından görülemeyeceği de dolayısıyla çıkarılabilir. İkinci çıkarımı, aşağıdaki âyet de teyit eder: “Allah onun kalbine sekinetini indirmiş ve onu görmediğiniz orduyla desteklemişti.”[11] Bu âyette melekler, görülmeyen ordular şeklinde nitelenmiştir. Acaba bu “görmeme” durumu, mümin kitleleri de kapsar mı? Aslında müminlerden, melekleri görme taleplerinin geleceğini düşünmek anlamsızdır. Çünkü müminler açısından melekler, görmenin değil, imanın konusudur.[12] Nitekim Kur’an da böyle bir talepten söz etmemiştir. Kaldı ki bir âyette; sahabenin, kendilerine yardım eden binlerce meleği görmediğinden de bahsetmiştir: “Allah, Rasûlünün ve müminlerin üzerine sekinetini indirdi ve görmediğiniz ordular indirdi.”[13] Yani müminler de kendi kalplerine güzel duygular telkin eden, düşmanlarının kalplerine korku salan binlerce meleği görememiştir. İşte bu, âyetlerden, (ulvî) meleklerin görülmedikleri kanaati doğar. Daha doğrusu, bu âyetlerden anlaşılan, kitlelerin melekleri asıl mahiyetleriyle göremeyecekleridir. Fakat acaba onlar istedikleri bir şekle bürünüp de görünebilir mi?
Cibrîl Görünür mü?
Yukarıdaki âyetler, meleklerin birçok insana birden görünmelerini olumsuzlamaktadır. Bu durumda Cibril’in, sahabeye içlerinden bazıları suretinde göründüğü şeklindeki haberleri tavzihe muhtaç görmek gerekir. Bu konudaki haberler, “elçiyi eğer melek yapsaydık onu bir adam yapardık” âyetinin, delalet etmediği mana ile tefsiri gibidir. Bu konuda tavzihe muhtaç daha önemli bir husus ise Kur’an’a isnat edilen, Hz. Muhammed’in iki defa Cibrîl’i gördüğü şeklindeki yorumlardır.[14] Diğer yandan, Allah’ın ruhu’nun, Meryem’e bir insan şeklinde göründüğü, bizzat Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir. Buradaki ruh, müfessirlerin cumhuruna göre Cibril’dir.[15] Yine Hz. İbrahim’in Allah’ın elçilerini gördüğü bizzat Kur’an’da beyan edilmiştir ki müfessirlere göre, Hz. İbrahim ve eşinin, Hz. Lût ve eşinin, hatta inkârcı kavmin müşahede etmiş[16] olduğu bu elçiler, aralarında Cibril’in de bulunduğu meleklerdir. Bu çıkarımlar, insanın metafizik öğeleri görememesi gerçekliği ile çelişmez mi? İnkârcı bir kitle, sahabenin göremediklerini görmüş müdür? Eğer evetse bu imkân bugün de devam etmekte midir? Eğer melekler, insan kılığında görünebiliyorlarsa, hayvanların suretlerinde de görünemezler mi? Bu tür kabuller, toplumları hurafelere sevk edip bilimde şüpheye neden olmaz mı? Bu soruları, Kur’an’da anlatılan Hz. İbrahim’in misafirleri olayını esas alarak cevaplandırmak istiyoruz.
Hadîsu İbrahim
  1. Müjde Getiren Elçiler
Hz. İbrahim’in misafirleri olayı, en geniş şekliyle Hûd Sûresi’nde yer alır. Bu bölüm şöyledir: “69- Elçilerimiz Hz. İbrahim’e müjde getirdiler: ‘Selâm!’ dediler. O da ‘Selâm!’ dedi. Çok durmadan hemen kızarmış buzağı getirdi. 70- Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içinde bir korku duydu. ‘Korkma, biz Lût kavmine gönderildik’ dediler 71- Ayakta durmakta olan karısı güldü, biz de ona İshâk’ı müjdeledik, İshâk’ın ardından da Yakub’u. 72- “Vay, ben bir koca karı, bu kocam da bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şeydir, dedi.” 73- Dediler ki: Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Ey ev halkı! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur. 74- Hz. İbrahim’den korku gidip kendisine sevinç gelince Lût kavmi hakkında bizimle tartışmağa başladı. 75- Çünkü Hz. İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Rabbine yalvarandır. 76- Ey Hz. İbrahim, dediler, bundan vazgeç. Zira Rabbinin emri gelmiştir, mutlaka onlara geri çevrilmez azap gelecektir.”[17] Bölümün başındaki; “Elçilerimiz Hz. İbrahim’e müjde getirdiler” ifadesi, olayın mukaddimesi ve başlığı gibidir. Çünkü “Selamlaşma” bile bundan sonra gelmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim’in onları ağırlamak için yemek getirmesi de bundan sonradır. Demek ki bu safhada onların melek olduğunu bilmemekte, tam birer insan olarak görmektedir. Kur’an okuyucusu, onların müjde getiren melekler olduğunu bilse de, Hz. İbrahim henüz bunun farkında değildir. Nitekim onların yemediklerini görünce endişelenmeye başlamıştır. Bunun üzerine misafirler, “Korkma biz Lût kavmine gönderildik!” demişlerdir. Bu arada Hz. İbrahim’in karısının ayakta durduğu ifade edilmektedir. Bu değininin sebebi ise açık değildir. Sonra da güldüğü dile getirilir. Bu gülüşün de sebebi ve niçin zikredildiği de belirsizdir. Daha sonra ona İshak ve Yakup müjdelenir. Aslında Yakup oğul değil torundur. Burada torunun oğulla birlikte anılışının münasebeti de kapalıdır. Daha sonra ev halkına, “siz” hitabıyla rahmet dilenir. “Siz” zamiri ise dil açısından erildir. Belli ki bu muhataplar arasında Hz. İbrahim de vardır. Zaten bundan sonra, ondan korkunun gittiği, kendisine sevinç geldiği ve Lût kavmi hakkında mücadeleye başladığı belirtilmiştir.
Şimdi bu hususların üzerinde düşünmeyi biraz tehir ederek olayın devamına bakalım:
  1. Elçilerin Hz. Lût’a Gelişi
Hz. İbrahim’le ve eşiyle ilgili anlatım biter bitmez elçilerin Hz. Lût’a gidişleri ve daha sonra olanlar şöyle ifade edilir: “77- Elçilerimiz Lût’a gelince onlar yüzünden kaygılandı, onlar için arşını daraldı. ‘Bu, çetin bir gündür’ dedi. 78- Daha önceden kötü işler yapan kavmi de koşarak ona geldiler: ‘Ey kavmim, dedi, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Allah’tan korkun, konuklarımın içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?’ 79- Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını bilmişsindir. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin.’ 80- ‘Keşke sizi savacak gücüm olsaydı yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilsem’ dedi. 81- (Melekler) dediler ki: ‘Ey Lût, biz senin Rabbi’nin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden, karından başka hiç kimse geri dönüp bakmasın. Çünkü ötekilerine erişen (azap) karına da erişecektir. Başlarına gelecek azap zamanı sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?’ 82- Emrimiz gelince oranın üstünü altına getirdik; üzerine de taş yağdırdık. Çamurdan pişmiş, hazırlanmış, istif edilmiş, 83- Bu taşlar Rabbinin katında işaretlenmiş taşlardı. Onlar, zâlimlerden uzak değildir.
Bu hadisenin buradaki ve başka sûrelerdeki anlatımları üzerine çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Ama hiç birisi; misafirlerin gerçek insanlar olduklarını, Hz. İbrahim’in onlara yemek değil de altından buzağı heykeli takdim ettiklerini, hediye kabul etmediklerini görünce de onlardan korktuğunu söyleyecek kadar densiz olmamıştır. Bu, en hafif ifadesiyle dile ve metne iftiradır. Hz. İbrahim’in misafirlerine “yemez misiniz?” şeklindeki hitabının, hediyeyi kabul etmeyen misafirlerine “kabul etmez misiniz?” dediği manasına geldiğini düşünmek de akıllara zarardır. Oysa misafirlerin gelecek olaylara ve ilah kudrete elçilik yapması ve olayların anlatımında izlenen bazı sıradışılıklar, onların Kur’an dilindeki melekler olduğunu sarahatle göstermektedir.
  1. Olayın Şeması
Mealini verdiğimiz bu anlatım, Kur’an’da, üç yerde daha parçalar halinde tekrarlanmaktadır. Onlardan birisi en kısa olanıdır. Burada, ilk anlatımın çatısına uygun şekilde, olayın sadece başı ve sonu hatırlatılmıştır.[18] Diğer bir bölüm ise, ilk anlatımın tam bir özetidir. Yine olay yukarıdaki şemaya uygun olarak hülasa edilmiştir.[19] Üçüncü bölüm de aynıdır. Buradaki terk fark Hz. İbrahim’in kendisiyle ilgili müjdenin genişletilmiş olmasıdır.[20]
Şimdi burada şu soruya cevap aramamız gerekiyor. Acaba bütün bu fragmanlarda neden Hz. Lût, Hz. İbrahim’le beraberdir? Evet, Hz. Lût, Hz. İbrahim’in kardeşinin oğludur. Ancak onların bu anlatımdaki birlikteliğinin sebebi akrabalıkları olamaz. Çünkü Hz. İbrahim, iman akrabalığını kan ve zürriyet akrabalığına tercih eden bir isimdir. Olaylarının birleştirilme sebebi, o ikisine aynı elçilerin gelmesi de olamaz. Çünkü o elçilerin âdeti zaten budur.
  1. Tek Olay
Bu anlatımın iki yarısının da, merkezinde Hz. İbrahim vardır. Olayın iki yarısının şemalarındaki mütekabiliyet buna işaret etmektedir. Birinci kısmının şeması şöyledir:
1- Mukaddime.
2- Hz. İbrahim’in korkusu.
3- Misafirlerin Hz. Hz. İbrahim’i teskin edişleri.
4- Müjdeler (hanıma müjde verilişi ve Hz. İbrahim’e bereket müjdesi).
5- Hz. İbrahim’in Lût kavmi helak edilmesin diye mücadele vermesi.
Olayın ikinci kısmının şeması ise şöyledir:
1- Mukaddimeye karşı Elçilerin Lût’a gelişi.
2- Hz. İbrahim’in endişesine karşı, Lût’un endişesi.
3- Elçilerin Hz. İbrahim’i teskin edişine karşı, Lût’un kendi kavmini teskin etmeye çalışması.
4- Hz. Hz. İbrahim ve eşine çocuk müjdesine karşı, Lût ailesine necat ve eşine ve kavmine helak müjdesi.
5- Hz. İbrahim’in kavim hakkındaki mücadelesine karşı kavmin helak edilmesi.
İşte, şemasını çıkardığımız bu iki yarıya Kur’an ortak bir isim vermiştir: “Hz. İbrahim’in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?”[21] “Hz. İbrahim’in misafirlerinden onlara haber ver.” [22] Bu, oldukça düşündürücü bir husus olmalıdır. Çünkü bu adlandırmalardan sonra her iki bölümde de, olayın iki yarısı da tam olarak anlatılmıştır. Bu iki bölümü bütünleştiren ve tek olay telakki edilmesi gerektiğini gösteren diğer bir husus da, olayın ta başında misafirlerin Hz. İbrahim’e “Korkma biz Lût kavmine gönderildik!” demeleridir. Onlar “Korkma biz meleğiz!” dememişlerdir. “Korkma sana müjde getirdik!” de dememişlerdir. Daha Hz. İbrahim’e ve eşine çocuk müjdesi vermeden “Lût kavmine gönderildik!” demişlerdir. Demek ki Lût’a gidişin bizzat Hz. İbrahim’e gelişle bir bağlantısı söz konusudur. Daha doğrusu elçilerin Hz. Lût’a gidişleri, Hz. İbrahim’e gelişlerinin devamıdır. Lût kavmiyle ilgili haber, aslında rehberleri olan Hz. İbrahim’e gönderilmiştir. Olay bütündür. Bu bütünlüğün temelinde, Lût’un, Hz. İbrahim ailesinden oluşu bulunmaktadır. Nitekim Lût’un eşi ve kavmi helak olacak ama Hz. İbrahim’in eşi zürriyeti bereketlenecektir. Kurtarılacak olan Lût ailesidir ama büyüyecek olan onun bağlı bulunduğu Hz. İbrahim’in ehlidir.
Bu anlatımın iki yarısını bir bütün olarak düşünmemizi gerektiren hususlardan birisi de, insanların görmesinin ve meleklerin görünmesinin mâhiyetiyle ilgilidir. Nitekim bu hususa yukarıda işaret etmiştik. İnsanın görmesi, fizikî dönüşümlere ayarlıdır. Gördüğü şeyler de ölçülür ve yinelenirdi. Ayrıca sonucu da genel olur. Sahibini evrensel bilgiye götürür. Oysa metafizik varlıklar, ölçülür ve tecrübe edilir değildir. Ulvî ve semavî melekler görünmezler. O zaman onlarla ilgili bir sonuç da genel olmayacaktır. Bu nedenle, mer’î olanların görünmesi umumi ise de gayr-ı mer’î olanların görünmesi ferdî olmak durumundadır. Sadece sahibini özel bir bilgiye ulaştıracaktır.
O zaman misafir elçiler olayının, Hz. İbrahim’le başlayan ve onda biten ferdi bir rüyet şeklinde gerçekleşmiş olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Elçiler önce Hz. İbrahim’e değil sadece ona gelmişlerdir. Bu hususta, fiziksellik ayarlarının değiştiği uykuda bizim için yeterli deliller bulunmaktadır.
  1. Rüya Görme
Çok insan rüya görür. Bu rüyalarda fizikî kurallar aşılmaktadır. Nitekim kendi bedenlerini, uykuda uçarken görebilen çok kimse vardır. Aile efradının o kişiye uçarken eşlik etmiş olması da mümkündür. Ancak; aynı rüyayı, aynı detaylarla, aile efradının her birinin eş zamanlı olarak görmeleri duyulmamıştır. Böyle bir şey olası da değildir. Çünkü her ferdin cinsi, yaşı, ihtiyacı, özlemi, ideali, inanç düzeyi, kültürü, bilgisi, hayal kuvveti ve ruhî tekâmülü diğerinden farklıdır. Tuzlu peynir yiyen birisinin rüyasında su görmesi sıradan bir durumdur. Tuzlu yiyecekle rüyada görülen su arasındaki ilişkinin fiziksel olduğu düşünülebilir. Rüyasında uçtuğunu gören kimsenin, uyuyan bedeni ile uçan görüntüsü arasında da fiziksel bir ilişki ihdas edilip psikolojik bir durum olduğu düşünülebilir. Lakin maddî sebeplerin hiç müessir olmadığı, arızî psikolojik durumla hiç alaka kurulamayan, tamamen ayrı bir ruhsal cevherle gerçekleşen rüyalar da insanlığın marufudur. Çoğu zaman gelecekten haber taşıyan bu rüyalar, Jung’un, başka bir kaynaktan geldiğini ve insanı yücelttiğini söylediği rüyalardır.[23] Eski Ahit ve Yeni Ahit gelenekleri de bunun tanıklarıdır.[24] Eski dünyanın algısına göre, rüyada görülenler, gerçekleşmeyecek şeyler değildir. Bu nedenle rüyalara, günümüzde olduğundan çok daha fazla değer verilmiştir. Kadim Arapçada, uyanıkken görme ile rüyada görme için aynı kök harfler kullanılır. Ra’â fiili, hem fiziksel görme için hem de rüyada görme için ortak kullanılmıştır.[25] Bazı haberlerde; müminin rüyası, peygamberlikten bir cüz,[26] peygamberliğin kırkaltıda biri olarak nitelenmiştir.[27] Rüya’nın sıra dışılığına Kur’an-ı Kerim de tanıklık etmektedir. Kur’an dilinde uyku durumuna menam, düşlere hulm, karışık düşlere edğâs, gelecekten haber taşıma değeri olan görmelere ise rüya denmiştir.[28] Rüyanın benzerlerinden farkı, geleceğe ait haberler taşıması nedeniyle tevilinin yapılması gerektiğidir. Hz. Yusuf’u zindandan kurtaran da rüyaların tevil ve tabirini bilmesidir.[29]
  1. Temessül; Görünme
Kur’an, mahiyeti açısından rüyadaki görmenin nesnesi durumunda olan görünmeden de söz etmiştir. Bu da temessüldür. Kelimenin kökü m-s-l dir. Kur’an, benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan söze mesel der.[30]
Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan heykele timsal der.[31] Benzeri ile arasında fizikî bir bağ bulunmayan ma’kûlâta ise temessül der. Böyle bir olay Hz. Meryem için gerçekleşmiştir: “Ona ruhumuzu gönderdik ve ona tam bir beşer olarak temessül etti.”[32] Burada, Rûh (Cibrîl)’un görülme olayına temessül denmiştir. Çünkü mesel ve timsal gibi onun da cevheri ile görünmesi arasında fizikî bir bağ yoktur. Bu durum, tıpkı Bilge’nin iki denizin birleştiği yerde, Hz. Musa’ya temessül edip de, hayatının tevilini üç meselede kendisine öğretmesi gibidir.[33] Bunlar elbette ferdî ve özel müşahedelerdir. Çünkü temessül, duyuların değil ruhun işidir. Ruh’un ruhta var edilmesidir. Bu var etme genel değil özeldir. Yani melek sadece Meryem’e temessül etmiştir. Hz. Musa’ya temessül olayında da fetâsı yanında yoktur. Bu tür olaylar doğal olarak iman ve inkâra açık olur. O zaman meleklerin, temessül yoluyla görülebileceğini kabul etmenin işi safsataya götüreceği şeklindeki bir kaygı da yersiz ve anlamsız olacaktır. Ayrıca temessülde de, rüyadaki öznenin müşahede ettiği şeyleri yadırgaması gibi, yadırgamalar olmaktadır. Nitekim Hz. Meryem de, Hz. Musa da gördüklerini yadırgamışlardır.[34] Çünkü bu görmeler çoğu zaman olaylardaki âdete ve eşyanın tabiatına aykırı olarak gerçekleşmektedir. Bu nedenle de tabir edilmesine ihtiyaç duyulmakta ve tahakkuku beklenmektedir.
Bizce, Hz. İbrahim’in misafirlerinin gelişlerini yadırgadığı olay da, rüyadaki görme ve temessül gibi, gelecekten haber taşıyan bir nübüvvet olayıdır. Tevili ve tahakkuku ayrıdır. Bu tespitimizin delillerinden birisi de Kur’an’daki hadîs (çoğulu ehâdîs) kelimesidir.
A- Hadîs; Vahiy, Haber
Arapçada uyanıkken olsun, uyurken olsun, kulak yoluyla olsun vahiy yoluyla olsun, insanın mülâkî olduğu sözlere ehâdîs denmiştir.[35] Bu kelime; söylence, haber, her türlü söz ve ilahi kelam anlamlarında Kur’an’da kullanılmıştır.[36] Kelimenin bunlardan ayrılmayan daha özel manası ise şu âyettekidir: “Rabbin seni seçecek ve sana ehâdîsin tevilini öğretecek.”[37] Buradaki ehâdîs, rüya vasıtasıyla alınan haberlerdir. Başka bir anlatımla, bu hadîsler Hz. Yusuf’un tevilini bildiği rüya haberleridir. Bu tür haberler, geleceği bugünden bildirmekte, zamanı aşmakta ve metafiziğin fizikten önce olduğunu ispat etmektedir. İşte burada dikkat çekici bir hususla karşılaşmaktayız: Misafirler olayını, rüyada görünenlere benzetmiş ve bu nedenle tevil edilmesi gerektiğini söylemiştik. Şimdi de rüyada görünenlere ve tevil edilmesi gerekenlere Kur’an’ın hadîs dediğini görüyoruz. Bu durum, konumuz açısından gerçekten çok dikkat çekicidir. Çünkü Kur’an-ı Kerim, dört kez tekrarladığı misafirler olayında gerçekleşenlere de hadîs demektedir: “Hz. İbrahim’in şerefli misafirlerinin hadîsi sana geldi mi?”[38] Önceki âyette ehâdîs, tevili yapılması gereken haberlerdir. Sonraki âyette ise hadîs, elçilerin Hz. İbrahim’e ulaştırdığı haberdir. O zaman şu tespitimiz bir kez daha teyit edilmiş olmaktadır: İki ayrı kıssa olarak okuduğumuz misafirler olayı aslında ferdi bir görme, burada alınan haberler de tevili yapılması gereken bir hadîstir.
  1. Hadisler Tevil Edilmelidir
Rüyalardaki haberler, her zaman şimdiye ve buraya ait olmaz. Onlar çoğu zaman öznenin mazisine, beklentilerine, ideallerine, ruh hâline ve nefsî kemaline aittir. Bir peygamber söz konusu ise daha da hususiyet arz eder. Ne var ki özne, fiziksel hayatla ve şimdiyle sınırlıdır. Bu nedenle geçmiş, gelecek ve gayb haberleri, ancak onun bildiği nesneler üzerinden verilebilir. Artık yapılması gereken; öznenin ihtiyaçlarına, eğitimine, kültürüne, tecrübelerine ve ruhi tekâmülüne göre o nesnelerin tevil edilmesidir. Yani hadîsler’in fizikileştiren tefsiri değil tahkikine yönelen tevili gereklidir. O zaman, misafirler olayını tefsir etmek için gerekçe yapılan şu sorular ehemmiyetini yitirecektir. Meleklerin sayıları üç müdür, on üç müdür? Onlar hangi meleklerdir? Bir haberi vermek için neden çok sayıda gelmişlerdir? Neden yemeyecekleri bir yemeğin gelmesini beklemişlerdir? Hz. İbrahim’e müjde vermeye geldikleri hâlde niçin onu korkutmuşlardır? Çocuk müjdesini Hz. İbrahim’e mi yoksa eşine mi vermişlerdir? Hanımı neden ayakta durmaktadır? Niçin gülmüştür? Yaşlı bir adamın ve kısır kadının çocukları nasıl olacaktır? Müsrif kavmin erkekleri de melekleri görmüşler midir?
Bu ve benzeri sorulara tefsir yoluyla cevap aramak anlamsızdır. Aslında o cevaplarda isabet etmek de imkânsızdır. Çünkü bu, tevil edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir hadîs’tir. Tevilin ilk adımı ise, yukarıdaki soruların geri plana ittiği şu düşünme noktasıdır: Hz. İbrahim ve eşinin çocuk sahibi olmalarının, Lût kavminin helak edilmesinin, Lût ailesinin kurtarılıp karısının geride bırakılmasının, bunların her birinin dinî anlatım açısından yalnız başına hiçbir değeri yoktur. Ancak hepsi bir arada bir değer ifade edecek, o zaman hepsi de müjde olarak nitelenebilecektir.
  1. Müjdeler; Zürriyet, Nübüvvet ve Helak
Dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, doğum yapacak kadının adı yoktur. Ama henüz doğmamış oğlunun adı vardır. Gülen kadının oğluna gülmek mastarından yapılmış kelime(nin İbranice telaffuzu) ile İshak denmiştir. Bundan daha garibi ise çocuğu henüz doğmamış kadına, torununun kendi adıyla müjdelenmesidir. Ona da takip mastarından alınmış bir kelimeyle Yakup denmiştir (rivayetlere göre kadın, bu torununu dünya gözüyle görememiştir). Bütün bunlardan anlaşılan şudur. Bu, salt bir doğum müjdesi değil, zürriyet müjdeleyen bir haberdir. Yine dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, Hz. İbrahim’e müjdelenenler arasında oğlunun adı yoktur. Bu elbette önemlidir. Çünkü Hz. İbrahim gülmemiştir. Fakat çocuktan “âlîm” niteliği ile bahsedilmiştir.[39] Çünkü Hz. İbrahim’in kendisi de nübüvvetiyle ilim simgesidir. Nitekim torunun da adı anılmamış, ondan hiç bahsedilmemiştir. Bu çok daha önemlidir. Çünkü iman çizgisi için bu şart değildir. Bu üslubun da zürriyet müjdesinden ziyade, nübüvvete işaret eden bir beşaret olduğu gayet açıktır. Bu durumda kadına verilen haber, İsrail oğullarının müjdesi ise de, Hz. İbrahim’e verilen haber aynı zamanda İsmail oğullarının beşaretidir. Ancak elçilerin Hz. İbrahim’e getirdiği haber sadece bu kadar da değildir. Beşaretler, müsrif kavmin helaki ile tamamlanmaktadır.
Hadîs’in bütün fragmanlarına dikkat edilirse, Lût kavmine, yukarıdan işaretlenmiş siccilden taşlar ve tînden taşlar gönderileceği bildirilmiştir.[40] Ancak bu, Hz. İbrahim’e temessülde verilen hadîsin lafzıdır. Tevili ve tahakkuk etmiş şekli değildir. Bunlar elbette farklı olacaktır. Nitekim o kavim, üzerine bir fırtına ve yıkıcı bir yağmur gönderilerek helak edilmiştir. Bunu bizzat Kur’an dile getirmiştir: “Onların üzerlerine bir fırtına gönderdik.”[41] Yine hadîs’in lafzına göre Hz. Lût, misafirlerini kurtarmak için “İşte size kızlarım!” demiştir.[42] Başka bir bölümde de “Yapacaksanız işte kızlarım!” demiştir.[43] Kavmin erkekleri ise “Ne istediğimizi bilirsin!” şeklinde itiraz etmişlerdir. Bu diyalogdan elbette Hz. Lût’un temiz kadınları, müsrif erkeklere takdim ettiği anlaşılamaz. O erkeklerin meleklere saldırdıkları anlamı da çıkarılamaz. Çünkü bunlar, hadîs’in lafzıdır. Bunlar Hz. İbrahim’in temessülde müşahedesidir. Aslında bunlar simge sözlerdir. Sahiplerinin hayallerini, inançlarını, ideallerini ve hayat tarzlarını simgelemektedir. Tevili yapılması ve tahakkuku beklenmesi gerekir. Gerçek hayatta da kuşkusuz süregelen peygamberlerin temiz nikâh sünneti şeklinde tahakkuk etmiştir.
Ahmet BAYDAR