2 Mart 2015 Pazartesi

İbrahimin misafirleri (Ahmet Baydar)

İBRAHİM’İN MİSAFİRLERİ

Ma’kûlât Hazreti

Varlıkların görülene ve görülemeyene doğru akışları, suyun buhara buharın suya dönüşmesi gibi fiziksel olduğundan izlenebilmektedir. Aynaya bakan kişinin suretiyle olan ilişkisi de, canlı yayının ekrandaki görüntüyle olan ilişkisi de böyledir. İzlenebilir, tekrarlanabilir ve geneldir. Temiz havadaki çiçekten yayılan rayiha gibi bazı dönüşümler görülemese de durum aynıdır. Fiziksel imkânlar birleşince görüntüler ve kokular var olmakta, bu imkânlar yok olunca görüntüler ve kokular da yok olmaktadır.
Gıdaların cana dönüşümü de bundan çok farklı değildir. Can gıdalarla vardır, gıdalar yok olunca can da yok olur. Ne var ki canın bedensel faaliyetleri göründüğü hâlde dimağda oluşturduğu faaliyetler görünmemektedir. Hâfıza, hayal, idrak, irâde, muhâkeme, kuşku, inkar, iman ve onlarla ilgili pek çok faaliyet duyular üstü kalmaktadır.
İnsan ruhunun hulûlî mi yoksa zuhûrî mi, a’razî mi yoksa cevherî mi olduğu tartışmasına girmeden şunu söyleyebiliriz. Kur’ân’da; Adem’e üflendiği belirtilen ruh ile, ona vahiy getirdiği ifade edilen er-ruh da ma’kûlat hazretindedir. Çünkü izlenir, tekrarlanır ve genel değildir. Kur’ân’da kendilerine iman edilmesi istenen  mukarrabûnkiramen katibin ve arşın etrafındakiler gibi (ulvî) melekler de böyledir.
Acaba bu melekler görünür mü?

Ulvî Melekler Görünür mü?

Âhirete inanmayanlar; Hz. Muhammed’in doğruluğunu sureten kabul et­mek, aslında reddetmek için, kendilerine gökten melek indirilmesini isterler. Bununla da yetinmez Allah'ın görünmesini isterler. Kur’ân, onlara şu cevabı verir:
“Büyüklendiler; büyük azgınlık ettiler. Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiçbir sevinç haberi yok!”[1]
Yani vahyi değil de bizzat vahiy meleğini istemekle kendilerini peygamberlerin yerinde gördüler. Hatta, "Beni göremeyeceksin" fermanına muhatap olan Peygamber’den de üstün gördüler kendilerini.[2]Oysa inkâr ettikleri bir ma’kûlü görmek istemişlerdi. Yani kendilerini kapatmışlardı. Bu nedenle görmeleri imkânsızdı. Nitekim Kur’ân, elçi olarak bir meleğin gelmesini ve kendilerine görünmesini isteyen münkirlere de bu beklentilerinin anlamsızlığı sadedinde şöyle demişti:
“Onu bir melek yapsaydık bir adam yapardık da düştükleri şaşkınlığa onları yine düşürmüş olurduk.”[3]
Bunun anlamı şudur: Onlara vahiy değil de bizzat melek gelseydi, onu zaten göremeyeceklerdi. Eğer o melek bir adam biçimine dönüşmüş olsaydı, o zaman da onun insanlardan farkı kalmayacaktı.Yani münkirler yine olmayacağına inandıkları birşeyi istiyorlardı. Ruh dünyalarını başka bir ihtimale kapatmışlardı.
Bunlardan; vahiy meleğinin münkirlere görünmeyeceği anlaşılabilir. Onun münkir bir kitle tarafından görülemeyeceği de dolayısıyla anlaşılabilir. İlginçtir, Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin vahiy meleğini görme talepleri olduğundan söz etmez. Aksine bir ayette; sahabenin, kendilerine yardım eden binlerce meleği görmediğinden bahseder:
“Allah, Resulünün ve müminlerin üzerine sekinetini indirdi ve gözle görmediğiniz ordular indirdi.”[4]
Yani müminler de kendi kalplerine güzel duygular telkin eden, düşmanlarının kalplerine korkular salan binlerce meleği görememişlerdir. Ulema,işte yukarıdaki ayetlere istinaden (ulvî) meleklerin görülemeyecekleri kanaatine varmışlardır.
Evet, bu ayetlerden kitlelerin onları asıl mahiyetleriyle göremeyecekleri anlaşılmaktadır. Fakat acaba onlar istedikleri bir şekle bürünüp de bazıfertlere görünebilirler mi?

Cibril Görünür mü?

Cibril’in sahabededen bazıları suretinde göründüğü şeklindeki haberler, tavzihe muhtaçtır. Çünkü yukarıdaki ayetler, meleklerin birçok insana birden görünmelerini olumsuzlamaktadır.Bu konudaki haberler, “elçiyi eğer melek yapsaydık onu bir adam yapardık” ayetinin, delalet etmediği manaya tefsiri gibidir.
Fakat bu konuda tavzihe muhtaç daha önemli bazı hususlar vardır. Hz. Muhammed’inCibrîl'i iki defa gördüğü şeklindeki yorumlar Kur’ân’a isnat edilmektedir.[5]Diğer yandan, Allah’ınruhu’nun, Meryem’e bir insan şeklinde göründüğü, bizzat Kur’ân’da açıkça beyan edilmiştir. Bu ruh da müfessirlerin cumhuruna göre Cibril’dir.[6]Diğer yandan, Hz. İbrahim’in Allah’ınelçilerini gördüğü bizzat Kur’ân’da beyan edilmiştir. Müfessirlere göre, İbrahim ve eşinin, Lut ve eşinin, hatta inkârcı kavmin de müşahede etmiş[7]olduğu bu elçiler, aralarında Cibril’in de bulunduğu meleklerdir.
Bu çıkarımlar, insanın metafizik öğeleri görememesi gerçeği ile çelişmez mi? İnanmayan toplum, sahabenin göremediklerini görmüş müdür? Eğer evetse bu imkânın bugün de devam etmesi gerekmez mi? Eğer melekler, insan kılığında görünebiliyorlarsa, hayvan suretlerinde de görünemezler mi? Bu kabuller, toplumları hurafelere sevk edip bilimde kuşkuya vesile olmaz mı?
Bu soruları, Kur’ân’da anlatılan İbrahim’in misafirleri olayını esas alarak cevaplandırmak istiyoruz.

Müjde Getiren Elçiler

İbrahim’in misafirleri olayı, en geniş şekliyle Hûd Suresinde yer alır. Bu bölüm Süleyman Ateş’in mealinde şöyle verilmiştir:
“69- Elçilerimiz İbrahim'e müjde getirip: "Selâm!" demişlerdi. O da "Selâm!" dedi. Çok durmadan hemen kızarmış buzağı getirdi.
70- Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içinde bir korku duydu. "Korkma, dediler, biz Lût kavmine gönderildik."
71- Ayakta durmakta olan karısı güldü, biz de ona İshâk'ı müjdeledik, İshâk'ın ardından da Ya'kub'u.
72- "Vay dedi, ben bir koca karı, bu kocam da bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şeydir!"
73- Dediler ki: "Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir ey ev halkı! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur."
74- İbrahim'den korku gidip kendisine sevinç gelince Lût kavmi hakkında bizimle tartışmağa başladı.
75- Çünkü İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Rabbine yalvarandır.
76- "Ey İbrahim, dediler, bundan vazgeç. Zira Rabbinin emri gelmiştir, mutlaka onlara geri çevrilmez azap gelecektir!'[8]
Olayın başında; elçiler müjde getirdiler deniyor. Bu, olayın mukaddimesidir. “Selamlaşma” bile bundan sonra gelmektedir. Ayrıca İbrahim (a.s.) ağırlamak için onlara yemek getirecektir. Demek ki Hz. İbrahim onları melek olarak değil tam birer insan olarak görmüştür.
Kur’ân okuyucusu, o misafirleri müjde getiren melekler olarak algılasa bile, Hz. İbrahim, onların önüne yemek koyana kadar bunun farkında değildir.Nitekim onların yemediklerini görünce endişelenmeye başlamıştır. Bunun üzerine misafirler, “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” derler. Bu arada İbrahim’in karısının ayakta durduğu ifade edilir. Bu değininin sebebi açık değildir. Sonra güldüğü dile getirilir. Onun gülüş sebebi ve bunun niçin zikredildiği de belirsizdir. Sonra ona İshak ve Yakup müjdelenir. Yakup oğul değil torundur. Bu zikrin sebebi de kapalıdır. Daha sonra “size” hitabıyla,ev halkına rahmet dilenir. “Siz” zamiri dil açısından erildir. Belli ki bu muhataplar arasında İbrahim de vardır. Zaten bundan sonra da İbrahim'den korkunun gittiği, kendisine sevinç geldiği ve Lut kavmi hakkında mücadeleye başladığı belirtilir.

Elçilerin Lut’a Gelişi

Meselenin Hz. İbrahim’le ve eşiyle ilgili kısmı burada bitmektedir. Ancak elçilerin Hz. Lut’a gidişleri ve olanların anlatımı şöyle devam etmektedir:
77- Elçilerimiz Lût'a gelince onlar yüzünden kaygılandı, onlar için arşını daraldı. "Bu, çetin bir gündür!" dedi.
78- Daha önceden kötü işler yapan kavmi de koşarak ona geldiler: Ey kavmim, dedi, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Allah'tan korkun, konukla­rımın içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?"
79- Dediler ki: "Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadı­ğını bilmişsindir. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin". 
80-"Keşke sizi savacak gücüm olsaydı, yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilsem!" dedi.
81- (Melekler) dediler ki: "Ey Lût, biz senin Rabbi’nin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden, karından başka hiç kimse geri dönüp bakma­sın. Çünkü ötekilerine erişen (azap) ona da erişecektir. Başlarına gele­cek azap zamanı sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?"
82- Emri­miz gelince oranın üstünü altına getirdik; üzerine de taş yağdırdık: ça­murdan pişmiş, hazırlanmış, istif edilmiş,
83- Rabbinin katında işa­retlenmiş (taşlar). Bu, zâlimlerden uzak değildir.”
Bu misafirlerin gerçek insanlar oldukları, aslında İbrahim’in onlara yemek değil de altından buzağı heykeli takdim ettiği, kabul etmedikleri için de onlardan korktuğu şeklindeki düşünmeler, en hafif ifadesiyle dile ve metne iftiradır. Kabul etmediklerini görünce onlara, “kabul etmez misiniz” manasında “yemez misiniz” dediğini düşünmek de akla ifiradır. Bu hâdisede izlenen bazı sıradışılıklar, misafirlerin gelecek olaylara ve ilahi kudrete elçilik yapması, onların Kur’ân dilindeki melekler olduğunu sarahatle göstermektedir.

Olayın Şeması

Mealini verdiğimiz bu anlatım, Kur’ân’da, üç yerde daha parçalar halinde tekrarlanmaktadır. Bunlardan birisi en kısa olanıdır. Burada, ilk anlatımın çatısına uygun şekilde, olayın sadece başı ve sonu hatırlatılmıştır.[9]
Diğer bir bölüm ise, ilk anlatımıntam bir özetidir. Yine olay yukarıdaki şemaya uygun olarak hülasa edilmiştir.[10]
Başka bir bölüm de, Hz. İbrahim’in kendisiyle ilgili müjdenin genişletildiği fragmandır.[11]Burada çocuk müjdesinin Hz. İbrahim’e verildiği ifade edilmektedir. Oysa ilk anlatımda bu müjdenin, eşine verildiği dile getirilmiştir. Binaenaleyh bazıları bu son fragmanın anlatım şemasına uymadığını ve hatta çelişki oluşturduğunu zannetmişlerdir. Bu yazıda cevabını bulacak hususlardan birisi de bu zandır.
Fakat herşeyden önce şu kadarını söylememiz gerekir. Bu ve benzer yanılmaların temelinde bu olayın iki ayrı kıssa gibi mütalaa edilmesi bulunmaktadır. Hz. İbrahim ve  Hz. Lut’un kişisel ve yerel yakınlıkları nedeniyle birleştirilen iki kıssa gibi düşünülmektedir. O zaman da anlatımdaki birçok önemli husus dikkatlerden kaçmaktadır.
Evet, Lut, Hz. İbrahim’in kardeşinin oğludur. Ancak onların bu anlatımdaki birlikteliğinin sebebi akrabalıkları olamaz. Çünkü İbrahim, imanı akrabalığa tercih eden bir isimdir. Olaylarının birleştirilme sebebi, ikisine aynı elçilerin gelmesi de olamaz. Çünkü o elçilerin âdeti zaten budur.
Bu olayın bir bütün olarak telakki edilmesini gerektiren, merkezinde de Hz. İbrahim’in bulunduğunu düşündüren hususlar vardır. Bütünlüğe delalet eden hususlardan birisi, iki yarının şemalarındaki mütekabiliyettir. Birinci kısmının şeması şöyledir: 1) Mukaddime. 2) Hz. İbrahim’in korkusu. 3) Misafirlerin Hz. İbrahim’i teskin edişleri.  4) Müjdeler. (Hanıma müjde verilişi ve İbrahim’e bereket müjdesi.) 5) Hz. İbrahim’in Lut kavmi helak edilmesin diye mücadele vermesi.
Olayın ikinci kısmının şeması da şöyledir: 1) Mukaddimeye karşı Elçilerin Lut’a gelişi. 2) Hz. İbrahim’in endişesine karşı, Lut’un endişesi. 3) Elçilerin İbrahim’i teskin edişine karşı, Lut’un kendi kavmini teskin etmeye çalışması. 4) Hz. İbrahim ve eşine çocuk müjdesine karşı, Lut ailesine necat ve eşine ve kavmine helak müjdesi. 5) Hz. İbrahim’in “kavim helak edilmesin” mücadelesine karşı, kavmin helak edilmesi.
İşte şemasını çıkardığımız bu iki yarıya Kur’ân’ın verdiği ortak isim İbrahim’in misafirleridir:
“İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?”[12]
“İbrahim'in misafirlerinden onlara haber ver.”[13]
Bu, oldukça düşündürücü olmalıdır. Çünkü her iki bölümde de bu adlandırmalardan sonra, olayın iki yarısı da tam olarak anlatılmıştır.
Bu iki bölümü bütünleştiren diğer bir husus, olayın ta başında misafirlerin, “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” demeleridir. Onlar “Korkma biz meleğiz!” dememişlerdir. “Korkma müjde getirdik!” de dememişlerdir. Daha İbrahim’e ve eşine çocuk müjdesi vermeden “Lut kavmine gönderildik!” demişlerdir.
Demek ki Lut’a gidişin, bizzat İbrahim’e gelişle bir bağlantısı söz konusudur.

Aslında Tek Olay

Elçilerin Hz. Lut’a gidişleri, Hz. İbrahim’e gelişlerinin devamıdır. Lut kavmiyle ilgili haber, rehberleri olan İbrahim’e gönderilmiştir. Olay bütündür. Bu bütünlüğün temelinde, Lut’un, İbrahim ailesinden oluşu bulunmaktadır. Nitekim helak olacak Lut’un eşi ve kavmidir. Ama zürriyetle müjdelenen İbrahim’in eşidir. Kurtarılacak olan Lut ailesidir, büyüyecek olan ise onun bağlı bulunduğu İbrahim’in ehlidir.
Böyle düşünmemizi gerektiren hususlardan birisi de, insanların görmesinin ve meleklerin gürünmesinin mahiyetiyle ilgilidir. İnsanın görmesi, fiziksel dönüşümlere ayarlıdır. Gördüğü şeyler de ölçülür ve yinelenirdir. Ayrıca sonucu da genel olur. Sahibini evrensel bilgiye götürür. Oysa metafizik varlıklar, ölçülür ve tecrübe edilir değildir. O zaman sonuç da genel olmayacaktır. Sahibini özel bir bilgiye ulaştıracaktır. Bu nedenle,mer’î olanların görünmesi umumi ise de gayr-i mer’î olanların görünmesi ferdî olmak durumundadır. Nitekim bu hususu teyit eden ayetlere yukarıda işaret etmiştik.
O zaman misafir elçiler olayının da, Hz. İbrahim’le başlayan ve onda biten ferdi bir ru’yet şeklinde gerçekleşmiş olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Elçiler önce İbrahim’e değil sadece ona gelmişlerdir. Bu hususta, fiziksellik ayarlarının değiştiği uykuda bizim için yeterli deliller bulunmaktadır.

Rüyâ; Görme

Çok insan rüya görür. Bu rüyalarda da fiziki kurallar aşılmaktadır. Nitekim kendi bedenlerini, uykuda uçarken görebilen çok kimse vardır. Kişi uçarken, aile efradının kendisine eşlik etmesi de olasıdır. Ama bütün aile efradının; aynı rüyayı, aynı detaylarla, aynı anda birlikte görmeleri duyulmamıştır. Çünkü aile fertlerinin cinsleri, yaşları, ihtiyaçları, özlemleri, idealleri, inanç düzeyleri, kültürleri, bilgileri, hayal kuvvetleri ve ruhi tekâmülleri farklı farklıdır.
Tuzlu peynir yiyenin rüyada su görmesi olasıdır. Tuz ile rüyadaki su arasındaki ilişkinin fiziksel olduğu da düşünülebilir. Rüyasında uçtuğunu gören kimsenin, bu görüntü ile uyuyan bedeni arasında fiziksel bir ilişki de ihdas edilebilir. Lakin psikolojik sebeplerin müessir olmadığı birçok rüya vardır. Tamamen ruhsal cevherle gerçekleşen ve gelecekten haber taşıyan rüyalar insanlığın marufudur. Bunlar, Jung’un, başka bir kaynaktan geldiğini ve insanı yücelttiğini söylediği rüyalardır.[14]Eski Ahit ve Yeni Ahit gelenekleri de bunun ayrı ayrı tanıklarıdır.[15]
Eski dünyanın algısına göre, rüyada görülenler, gerçekleşmeyecek şeyler değildir. Bu nedenle rüyalara, günümüzde olduğundan çok daha fazla değer verilmiştir. Kadim Arapça'da, uyanıkken görme ile rüyada görme arasında fark bilinmemektedir. Nitekim ra’â fiili, fiziksel görme için de rüyada görme için de ortak kullanılmıştır.[16] Bazı hadislerde; müminin rüyası, peygamberlikten bir cüz,[17] peygamberliğin kırk altıda biri olarak nitelenmiştir.[18]
Rüya’nın sıradışılığına Kur’ân-ı Kerim de tanıklık etmektedir. Kur’ân dilinde uyku durumuna menam, düşlere hulm, karışık düşlere edğâs, gelecekten haber taşıma değeri olan görmelere ise rüya denmiştir.[19]Rüyanın benzerlerinden farkı, geleceğe ait haberler taşıması nedeniyle tevilinin yapılması gerektiğidir. Hz. Yusuf’u zindandan kurtaran da bir rüya tevilidir.[20]

Temessül; Görünme

Kur’ân, mahiyeti açısından rüyadaki görmenin nesnesi durumunda olan görünmeden de söz etmiştir. Bu da temessüldür. Kelimenin kökü m-s-l dir. Kur’ân, benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan söze mesel der.[21]Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan heykele timsal der.[22]Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan ma’kûlâta ise temessül der. Böyle bir olay Hz. Meryem için gerçekleşmiştir:
“Ona ruhumuzu gönderdik ve ona tam bir beşer olarak temessül etti.”[23]
Ayette temessül eden, görüntüsü ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan Cibril’dir. Bu, tıpkı Cibril’in bir bilge olarak Hz. Musa’ya temessül edip hayatının tevilini üç meselede kendisine öğretmesi gibidir.[24]Bu, duyuların ve aklın değil ruhun işidir. Ruh’un ruhta var edilmesidir. Genel değil özeldir. İman ve inkâra açık bir durumdur. Mahsûsâttan olmadığı içingenel tarafından izlenmemiştir. O zaman meleklerin, temessül yoluyla görülebileceğini kabul etmenin işi safsataya götüreceği şeklindeki bir kaygı da yersiz ve anlamsız olacaktır.
Ayrıca temessülde, rüyadakiler gibi müşahede edenin yadırgadığı şeyler olmaktadır. Hz. Meryem de,[25]Hz. Musa da[26]gördüklerini yadırgamışlardır. Öyleyse şu tespitimiz yerinde ve hatta gerekli olmaktadır. İbrahim’in yadırgadığı misafirler olayı da, rüya ve temessül gibi tevil edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir haber olmalıdır.
Bu tespitin yerindeliğinin delillerinden birisi de Kur’ân’daki hadîs kelimesidir.

Hadîs; Vahiy, Haber

Arapçada uyanıkken olsun, uyurken olsun, kulak yoluyla olsun vahiy yoluyla olsun, insanın mülaki olduğu sözlere ehâdîs denmiştir.[27]Kelime, Kur'an’da da kullanılmıştır:
"Rabbin seni seçecek ve sana ehâdîsin tevilini öğretecek.”[28]
Buradaki ehâdîs, rüya vasıtasıyla alınan haberlerdir. Başka bir anlatımla bu hadîsler Hz. Yusuf’un tevilini bildiği rüya haberleridir. Bu tür haberler zaman kavramını aşar. Geleceği bu­günden bildirir. Metafiziğin fizikten önce olduğunu ispat eder.
İşte burada dikkat çekici bir hususla karşılaşmaktayız: Misafirler olayını, rüyada görünenlere benzetmiştik. Bu nedenle tevil edilmesi gerektiğini söylemiştik. Şimdi de rüyada görünenlere ve tevil edilmesi gerekenlere Kur’ân’ınhadîs dediğini görüyoruz.
Bu durum, konumuz açısından gerçekten çok dikkat çekicidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, dört kez tekrarladığı Misafirler olayında gerçekleşenlere de hadîsdemektedir:
“İbrahim'in şerefli misafirlerinin hadîsi sana geldi mi?”[29]
Önceki ayette hadîsler, tevili yapılması gereken haberlerdir. Sonraki ayette ise hadîs, elçilerin Hz. İbrahim’e ulaştırdığı haberdir. O zaman şu tespitimiz bir kez daha teyit edilmiş olmaktadır: İki ayrı kıssa olarak okuduğumuzmisafirler olayı aslında ferdi bir görme, burada alınan haberler de tevili yapılması gereken hadistir.

Hadîsler Tevil Edilmelidir

Rüyalardaki haberler her zaman şimdiye ve buraya ait olmaz. Onlar çoğu zaman öznenin mazisine, beklentilerine, ideallerine, ruh hâline ve nefsî kemaline ait olur. Bir peygamber söz konusu ise elbette gayba ait de olabilir. Ne var ki özne, fiziksel hayatla ve şimdiyle sınırlıdır. Bu nedenle geçmiş, gelecek ve gayb haberleri, ancak onun bildiği nesneler üzerinden verilebilir. Artık yapılması gereken; öznenin ihtiyaçlarına, eğitimine, kültürüne, tecrübelerine ve ruhi tekâmülüne göre o nesnelerin tevil edilmesidir. Yani hadisler’in fizikileştiren tefsiri değil tahkikine yönelen tevili gereklidir.
O zaman da misafirler olayını tefsir etmek için gerekçe yapılan şu sorular ehemmiyetini yitirecektir. Meleklerin sayıları üç müydü, onüç müydü? Onlar hangi meleklerdi? Bir haber için neden çok sayıda gelmişlerdiYemeyecekleri bir yemeğin gelmesini neden beklemişlerdi? Müjde vermeye geldikleri hâlde niçin korkutmuşlardı? Çocuk müjdesini İbrahim’e mi yoksa eşine mi vermişlerdi? Hanımı neden ayakta duruyordu? Niçin gülmüştü? Yaşlı bir adamın ve kısır kadının çocukları nasıl olacaktı? Müsrif kavmin erkekleri de melekleri görmüşler miydi?
Bu ve benzeri sorulara tefsir yoluyla cevap aramak anlamsızdır. Aslındao cevaplarda isabet etmek de imkânsızdır. Çünkü bu, tevil edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir hadis’tir. Tevilin ilk adımı ise, yukarıdaki soruların geri plana ittiği şu düşünme noktasıdır: İbrahim ve eşinin yaşlılıkta çocuk sahibi olmalarının, Lut kavminin helak edilmesinin, Lut ailesinin kurtarılıp karısının geride bırakılmasının, bunların her birinin dini anlatım açısından yalnız başına hiçbir değeri yoktur. Ancak hepsi bir arada bir değer ifade edecek, hepsi de müjde olarak nitelenebilecektir.

Birinci Müjde; Kavmin Devamı

Dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, doğum yapacak kadının adı yoktur. Ama henüz doğmamış oğlunun adı vardır. Gülen kadının oğlunagülmek mastarından yapılmış kelimeyle İshak denmiştir. Bundan daha garibi ise çocuğu henüz doğmamış kadına, torununun kendi adıyla müjdelenmesidir. Ona da takip mastarından alınmış bir kelimeyle Yakup denmiştir. (Rivayetlere göre kadın bu torununu dünya gözüyle görememiştir.) Bütün bunlardan anlaşılan şudur. Bu salt bir doğum müjdesi değildir. Bunun zürriyet müjdeleyen bir üslup olduğu gayet açıktır.

İkinci Müjde; İlmin Devamı

Yine dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, Hz. İbrahim’e müjdelenenler arasında oğlunun adı yoktur. Bu elbette önemlidir. Çünkü o gülmemiştir. Fakat çocuktan “alîm” niteliği ile bahsedilmiştir.[30]Çünkü İbrahim’in kendisi, nübüvvetiyle ilim simgesidir. Nitekim torunun da adı anılmamış, ondan hiç bahsedilmemiştir. Bu çok daha önemlidir. Çünkü iman çizgisi için bu şart değildir. Bu üslubun da zürriyet müjdesinden ziyade, nübüvvete işaret eden bir beşaret olduğu gayet açıktır.
Bu durumda eşine verilen haber, İsrailoğullarının müjdesi ise de, Hz. İbrahim’e verilen haber aynı zamanda İsmailoğullarının beşaretidir. Ancak Elçilerin İbrahim’e getirdiği haber sadece bu kadar değildir. Beşaretler, müsrif kavmin helaki ile tamamlanmaktadır.

Üçüncü Müjde; Kavmin Helaki

Hadîs’in bütün fragmanlarına dikkat edilirse, Lut kavmine, yukarıdan işaretlenmiş siccilden taşlar ve tînden taşlar gönderileceği bildirilmiştir.[31]Ancak bu, Hz. İbrahim’e temessülde verilen hadisin lafzıdır. Tevili ve tahakkuk etmiş şekli değildir. Tevili ve tahakkuku elbette farklı olabilecektir. Nitekim o kavim, üzerine bir fırtına ve yıkıcı bir yağmur gönderilerek helak edilmiştir. Bunu bizzat Kur’ân dile getirmiştir:
“Onların üzerlerine bir fırtına gönderdik.”[32]
Yine hadîs’in lafzına göre Hz. Lut, misafirlerini kurtarmak için “İşte size kızlarım!” demiştir.[33]Başka bir bölümde de “Yapacaksanız işte kızlarım!” demiştir.[34]Kavmin erkekleri ise “Ne istediğimizi bilirsin!” şeklinde itiraz etmişlerdir.
Bu diyalogdan elbette Hz. Lut’un temiz kadınları, müsrif erkeklere takdim ettiği anlaşılamaz. O erkeklerin meleklere saldırdıkları anlamı da çıkarılamaz. Çünkü bunlar hadis’in lafzıdır. Hz. İbrahim’in temessülde müşahedesi böyledir. Tevili yapılması ve tahakkuku beklenmesi gerekir. Aslında bunlar simge sözlerdir. Sahiplerinin hayallerini, inançlarını, ideallerini ve hayat tarzlarını simgelemektedir. Gerçek hayatta ise kuşkusuz süregelen peygamberlerin temiz nikâh sünneti şeklinde tahakkuk etmiştir.

Sonuç

Tefsir faaliyetleri, İbrahim’in misafirleri hadîs’inin niçin anlatıldığını unutturmuştur. Kur’ân-ı Kerim, burada meleklerin temessül keyfiyetini anlatıyor değildir. Anlatımı zorlaştırarak kalan boşluk, kapalılık ve zorlukları müfessirlere havale ediyor da değildir. Kur’ân, toplumsal kader ilkesini konu edinerek Hz. İbrahim’in peygamberlik haberi üzerinden muhataplarına mesaj vermektedir. O mesaj da şudur: cinsellikte müsrif ve kullukta mücrimkavimler helak edilir. Buna mukabil iman ve salah üzere bulunan aileler de bereketlenir.
Hicret öncesi Mekke’sine duyurulan işte budur. Onlara zımnen, “Helak ve bereket tarihi tekerrür edecek” denmektedir. Nitekim sünnetullah gereği; müsrif ve mücrim Mekke yönetimi aynı akıbetle dağılmış ve iman ailesi de büyüyerek bereketlenmiştir. İbret alınmazsa tarih tekerrür edecektir.
Doğrusunu Allah bilir.


[1]Furkân 25/21-22.
[2]A'râf, 7/143.
[3]En’âm 6/9.
[4]Tevbe 9/26.
[5]Bkz. Necm 53/5-16. ayetlerin tefsirleri.
[6]“Ona (Meryem’e) ruhumuzu gönderdik ve ona tam bir beşer olarak temessül etti.” Meryem 19/17.
[7]Bkz. Hûd 11/69-83, bölümün tefsiri.
[8]Meal, Prof. Dr. Süleyman Ateş’in, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri adlı eserinden alınmıştır.
[9]Ankebût 29/31-32.
[10]Zariyât 51/24-32.
[11]Hicr 15/52-60.
[12]Zâriyât 51/24.
[13]Hicr 15/51.
[14]Erich Fromm, Rüyalar Masallar Mitoslar (Sembol Dilinin Çözümlenmesi) Çevirenler: Aydın Arıtan, Kaan H. Ökten, İstanbul 2003.
[15]İbranicede mar’eh, Grekçe de horama.
[16]Yusuf 12/4.
[17]Ahmed b. Hanbel, Müsned. No: 14681.
[18]“Müslümanın rüyası", bkz. Tirmizî, Sünen no: 2279.
[19]Yusuf 12/5. Bkz. 12/43, 44. İsrâ 17/60.
[20]Yûsuf 12/36-7.
[21]Zümer 39/29.
[22]Çoğulu temâsîl, bkz. Enbiyâ 21/52.
[23]Meryem 19/17.
[24]Kehf 18/78.
[25]Hz. Meryem şöyle demiştir: "Ben senden Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah'tan korkuyorsan (dokunma bana).” Meryem 19/18.
[26]Kehf 18/71, 74.
[27]Ragıb el-Isfehânî, Müfredât. Ebu’l-Bekâ, Külliyât.
[28]Yusuf 12/6.
[29]Bkz. Zâriyât 51/24.
[30]Hicr 15/52-60.
[31]Hicr 15/74, Zâriyât 51/33.
[32]Kamer 54/34. A’râf 7/84.
[33]Hûd 11/78.
[34]Hicr 15/71.

Giriş
Bir âyette, Hz. Musa’nın, asasını bırakınca ince bir yılan (cânn) gibi hareketlendiği,[1] başka bir âyette kıvrak bir yılan (hayye) olduğu,[2] bir başka âyette ise açık bir ejderha (su’bân) olduğu beyan edilmiştir.[3] Kur’an’ın bu beyanları, genelde şu iki sorunun doğmasına sebep olmaktadır. O âsâ, bu üçünden hangisi olmuştur? Kuru ağacın, hayvana dönüşüp hareketlenmesi nasıl izah edilebilir? Hz. İbrahim’in misafirleri, Hz. Davut’un davacıları, er-Ruh’un Hz. Meryem’e görünmesi ve Kur’an’da ifade edilen daha birçok meseleden benzer soruların doğması muhtemeldir.
Bilindiği gibi, klasik dönem müfessirlerinin bu tür sorulara cevapları genelde “mucize” anlayışı çerçevesinde odaklanmıştır. Bu “mucizeli” izahları ikna edici bulmayan alternatif düşünmeler ise geçmişte kimi zaman “zındıklık” olarak nitelenmiş, kimi zaman da değersiz izahlar olarak kayda geçirilmiştir. Oysa neredeyse üzerinde ittifak edilen bu “mucizeli” izahlar yanında, ilahî sünnet değişmezlik vahyetmektedir. Tabiattaki âyetler, sürekli âdet telkin etmektedir. Temkin yasaları ibadullaha genelliğini ilan etmektedir. Kaldı ki aşağıda ele alacağımız veçhile; mucizeli izahlarda, Kur’an mesajının vazettiği bazı ilkeler çiğnenmekte, ilahi metnin dili ve üslubu açısından ortaya çıkan bazı teknik sorunlar örtbas edilmekte ve tedebbür gereksiz görülmektedir.
İşte bu nedenlerle; işaret ettiğimiz mucizeli anlatımlara alternatif bakışlar günümüzde teceddüt etmiştir. Ancak vahyin nüzul atmosferine ve metne uzaklık, gelenekte kemikleşen kanaatlere cevap verme gayreti ve çağdaş zihinlere izah çabası gibi unsurlar hesaba katılırsa, bu yenilenen bakışlarda denge sorunu yaşanmasının doğal olacağı kabul edilmelidir. Nitekim öyle de olmaktadır. Bu bakışlarda da, kimi zaman geçmişte ittifakla “mucize” olarak algılanan bir meselenin, “temkin” yasalarına mutabık yeni izahı bulunduğunda hemen kabullenilmekte, ama izahında zorlanılan bir meselede hemen “mucize” kabulüne dönülerek tam bir tutarsızlık sergilenmektedir. Kimi zaman mesajın, metnin ve aklın ilkeleri zorlanmakta, kimi zaman mucizeleştirmeye konu olan birçok bölüm masal ve mitos dili ile izah edilmektedir.[4] Bu arada en ilginç olanı ise metnin söz akışının ve dilin iç kurallarının zorlanmasıdır. Hz. İbrahim’in, misafirlerine ikram ettiği şeyin kızarmış buzağı değil de buzağı heykeli olduğunun ileri sürülmesi böyledir. Hz. Musa’nın yaptıklarının mucize olamayacağına göre ancak sihir olabileceği şeklindeki yorumlar da bu türdendir. İşaret ettiğimiz bu iki bakışı, kayda değer bulmadığımız için üzerinde de durmayacağız. Ancak arayış içinde olanlara alternatif olması umuduyla; Hz. İbrahim’in misafirleri ile Hz. Musa’nın asası meselesine, geleneğimizde bilindiği hâlde günümüzde üzerinde durulmayan bir pencereden bakmak istiyoruz.
MELEKLER
Allah’ı Aciz Bırakamazsınız
Kur’an-ı Kerim, Allah’ın kavli ile fiili arasında nitelik ayrımı yapmaz. “O’nun kavli, fiiliyle ilgilidir” demek bile Kur’an üslûbu açısından sorgulanması gereken bir söz olur. Çünkü “Ol” der ve olurun anlamı,[5] O’nun kavlinin, bizzat fiilî olarak tezahür etmekte olduğudur. Vahiy de böyledir. Vahiy, indirilme safhasında Cebrail’in kavlidir. Bu safhada yaratıcıdır. Karşı konulamaz. Peygamberlerin kalbinde, kelamı kendisi inşa eder. “Temizler (melekler)den başkası el süremez.”[6] Beşerî kalıplara dökülünce yaratılmış olur. Artık kelam, kelime olmuştur. Bu nedenle, tekvinî olana da tenzilî olana da kelime denmiştir. Allah’ın kelimeleri aynı karakterdedir. Birbirine müteşâbih, birbiriyle uyumlu ve çelişkisizdir. Kelimelerden oluşan kevnî ve tenzilî âyetler de böyledir. Kelime ve âyetlerin karakteri, melekilik üzere bulunmaktır. Onlarda tebdil, tağyir ve mahv bulunsa da bu dönüşümler ilkelidir. Sadakat, âdet, uyum, belirlenmişlik, kitabilik ve değişimsizlik esastır. Hiç bir varlık halkî ve melekî tabiatın dışına çıkamaz. Âdemin hilafeti de, evrendeki bu halkî ve melekî okumalardan edineceği ilimle imkân bulmaktadır. Allah’ın kelimelerinde bir kez bile şeytanet, tefâvüt, infitâr, intisâr ve fütûr olsaydı, insan asla ilim elde edemezdi.
Kur’an üslubuna muvafakatle söylenecek olursa; Allah’ın kelimeleri bitmez. Yani zatı gibi kelimeleri de kuşatılamaz. Söz gelimi, yerçekimi, O’nun hem kavlî ve hem de fiilî kelimesidir. Yerçekimine zıt olan kaldıran kuvvetler de, O’nun kavli ve fiili içinde, kuşatılamazlığını bir kat daha artırır. O’nun işleri böyle paradoksal görünse de anlaşılabilirdir. Çünkü özünde çelişkisizdir. Kurallı ve geneldir. Değişmez bir âdet üzeredir. Zaten Allah’ın âdetinde ihtilaf olduğunu düşünmek, kavlinde de ihtilaf bulunduğunu sanmak olur. O’nun fiilinde çelişkiler olabileceğini düşünmek, bazı sözlerinde de çelişki olabileceğini düşünmek olur. Tabiî işleyişte kitabiliğin olmadığını düşünmek, onları oluşturan emirlerin kitabının bulunmadığını iddia etmek olur. O’nun, insanı aciz bırakan işlerinde âdetini aciz bırakan mucize aramak, emir ve yasaklarında ilkeleri yok sayan hüküm aramak olur. Bu da Allah’ı aciz bırakmaya çalışmak (mu’âcizîn) ile aynı anlama gelir. Nitekim “Allah’ı acze düşürme” anlamı veren bu kelime ile “mucize” aynı köktendir. Ancak anlam kazandıkları yerde, biri “Allah’ı acze düşürmek” diğeri de “insanı acze düşürmek” olmuştur. Kur’an, mucizeyi hiç kullanmadığı hâlde yirmiden fazla yerde “Allah’ın acze düşürülmesi”nden bahis açmıştır: “Siz, yeryüzünde (O’nu) aciz bırakamazsınız.”[7] Bu konudaki âyetlerin konusu tabiat mıdır yoksa vahiy midir? Yani Allah’ın aciz bırakılmaya çalışıldığı âyetler nesnel midir yoksa sözel midir? Bu tayin edilmemiştir. Aslında bunu aramaya gerek de yoktur. Çünkü O’nun işi, sözünün aynıdır. O’nun işine nankörlük etmek, sözüne nankörlük etmektir. Âdetini yalanlamak, adaletini yalanlamaktır.
Ma’kûlât Hazreti
Varlıkların görülene ve görülemeyene doğru akışları izlenebilmektedir. Suyun buhara, buharın suya dönüşmesi gibi fizikseldir. Aynaya bakan kişinin suretiyle olan ilişkisi de, canlı yayının ekrandaki görüntüyle olan ilişkisi de böyledir. İzlenebilir, tekrarlanabilir ve geneldir. Temiz havadaki bir çiçekten yayılan rayiha gibi bazı dönüşümler görülemese de durum yine aynıdır. Fizikî şartlar birleşince görüntüler ve kokular var olmakta, bu imkânlar yok olunca görüntüler ve kokular da yok olmaktadır. Gıdaların cana dönüşümü de bundan çok farklı değildir. Can gıdalarla vardır, gıdalar yok olunca can da yok olur.
Ne var ki canın bedensel faaliyetleri göründüğü hâlde, dimağda oluşturduğu faaliyetler görünmemektedir. Hâfıza, hayal, idrak, irâde, muhâkeme, kuşku, inkâr, iman ve onlarla ilgili pek çok faaliyet duyular üstü kalmaktadır. İnsan ruhunun; hulûlî mi yoksa zuhûrî mi, arazî mi yoksa cevherî mi olduğu tartışmasına girmeden şunu söyleyebiliriz. Kur’an’da; Âdem’e üflendiği belirtilen ruh ile ona vahiy getirdiği ifade edilen er-ruh, ma’kûlat hazretindedir. Aralarındaki iletişim de istendiğinde tekrarlanabilir, izlenebilir ve genel değildir. Kur’an’da kendilerine iman edilmesi istenen mukarrabûn, kirâmen katibîn ve arşın etrafındakiler gibi ulvî melekler de böyledir. Acaba bu meleklerin kendileri görünür mü? Ahirete inanmayanlar; Hz. Muhammed’in doğruluğunu kabul etmeye gerekçe olması için kendilerine gökten melek indirilmesini talep ederler. Bununla da yetinmez, Allah’ın görünmesini isterler. Kur’an onlara şu cevabı verir: “Büyüklendiler; büyük azgınlık ettiler. Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiçbir sevinç haberi yok!”[8] Vahye inanmayanlar, bizzat vahiy meleğini istemekle kendilerini peygamberlere denk görmüşlerdir. Hatta kendilerini, “Beni göremeyeceksin” fermanına muhatap olan Peygamber’den üstün görmüşlerdir.[9] Oysa çelişki içindedirler. Körün rengi görmek istemesi gibi, inkâr ettikleri ma’kûlü görmek istemişlerdir. İmkânsızın peşindedirler. Böyle yapmakla, nübüvveti kabul etmeye değil, aslında reddetmeye gerekçe aramışlardır.
Nitekim Kur’an, onlara elçi olarak bir meleğin gelmesinin ve kendilerine görünmesinin imkânsızlığı sadedinde şöyle demiştir: “Eğer peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu insan sûretine sokar, onları yine düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük.”[10] Bunun anlamı şudur: Onlara vahiy değil de bizzat melek gelseydi, onu zaten göremeyeceklerdi. Eğer o melek, adama dönüşmüş olsaydı, o zaman da insanlardan farkı kalmayacaktı. Aslında onlar, olmayacağına inandıkları şeyi istiyorlardı. Yukarıdaki âyetlerden; vahiy meleğinin münkirlere görünmeyeceği doğrudan anlaşılabilir. Onun bir kitle tarafından görülemeyeceği de dolayısıyla çıkarılabilir. İkinci çıkarımı, aşağıdaki âyet de teyit eder: “Allah onun kalbine sekinetini indirmiş ve onu görmediğiniz orduyla desteklemişti.”[11] Bu âyette melekler, görülmeyen ordular şeklinde nitelenmiştir. Acaba bu “görmeme” durumu, mümin kitleleri de kapsar mı? Aslında müminlerden, melekleri görme taleplerinin geleceğini düşünmek anlamsızdır. Çünkü müminler açısından melekler, görmenin değil, imanın konusudur.[12] Nitekim Kur’an da böyle bir talepten söz etmemiştir. Kaldı ki bir âyette; sahabenin, kendilerine yardım eden binlerce meleği görmediğinden de bahsetmiştir: “Allah, Rasûlünün ve müminlerin üzerine sekinetini indirdi ve görmediğiniz ordular indirdi.”[13] Yani müminler de kendi kalplerine güzel duygular telkin eden, düşmanlarının kalplerine korku salan binlerce meleği görememiştir. İşte bu, âyetlerden, (ulvî) meleklerin görülmedikleri kanaati doğar. Daha doğrusu, bu âyetlerden anlaşılan, kitlelerin melekleri asıl mahiyetleriyle göremeyecekleridir. Fakat acaba onlar istedikleri bir şekle bürünüp de görünebilir mi?
Cibrîl Görünür mü?
Yukarıdaki âyetler, meleklerin birçok insana birden görünmelerini olumsuzlamaktadır. Bu durumda Cibril’in, sahabeye içlerinden bazıları suretinde göründüğü şeklindeki haberleri tavzihe muhtaç görmek gerekir. Bu konudaki haberler, “elçiyi eğer melek yapsaydık onu bir adam yapardık” âyetinin, delalet etmediği mana ile tefsiri gibidir. Bu konuda tavzihe muhtaç daha önemli bir husus ise Kur’an’a isnat edilen, Hz. Muhammed’in iki defa Cibrîl’i gördüğü şeklindeki yorumlardır.[14] Diğer yandan, Allah’ın ruhu’nun, Meryem’e bir insan şeklinde göründüğü, bizzat Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir. Buradaki ruh, müfessirlerin cumhuruna göre Cibril’dir.[15] Yine Hz. İbrahim’in Allah’ın elçilerini gördüğü bizzat Kur’an’da beyan edilmiştir ki müfessirlere göre, Hz. İbrahim ve eşinin, Hz. Lût ve eşinin, hatta inkârcı kavmin müşahede etmiş[16] olduğu bu elçiler, aralarında Cibril’in de bulunduğu meleklerdir. Bu çıkarımlar, insanın metafizik öğeleri görememesi gerçekliği ile çelişmez mi? İnkârcı bir kitle, sahabenin göremediklerini görmüş müdür? Eğer evetse bu imkân bugün de devam etmekte midir? Eğer melekler, insan kılığında görünebiliyorlarsa, hayvanların suretlerinde de görünemezler mi? Bu tür kabuller, toplumları hurafelere sevk edip bilimde şüpheye neden olmaz mı? Bu soruları, Kur’an’da anlatılan Hz. İbrahim’in misafirleri olayını esas alarak cevaplandırmak istiyoruz.
Hadîsu İbrahim
  1. Müjde Getiren Elçiler
Hz. İbrahim’in misafirleri olayı, en geniş şekliyle Hûd Sûresi’nde yer alır. Bu bölüm şöyledir: “69- Elçilerimiz Hz. İbrahim’e müjde getirdiler: ‘Selâm!’ dediler. O da ‘Selâm!’ dedi. Çok durmadan hemen kızarmış buzağı getirdi. 70- Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içinde bir korku duydu. ‘Korkma, biz Lût kavmine gönderildik’ dediler 71- Ayakta durmakta olan karısı güldü, biz de ona İshâk’ı müjdeledik, İshâk’ın ardından da Yakub’u. 72- “Vay, ben bir koca karı, bu kocam da bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şeydir, dedi.” 73- Dediler ki: Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Ey ev halkı! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur. 74- Hz. İbrahim’den korku gidip kendisine sevinç gelince Lût kavmi hakkında bizimle tartışmağa başladı. 75- Çünkü Hz. İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Rabbine yalvarandır. 76- Ey Hz. İbrahim, dediler, bundan vazgeç. Zira Rabbinin emri gelmiştir, mutlaka onlara geri çevrilmez azap gelecektir.”[17] Bölümün başındaki; “Elçilerimiz Hz. İbrahim’e müjde getirdiler” ifadesi, olayın mukaddimesi ve başlığı gibidir. Çünkü “Selamlaşma” bile bundan sonra gelmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim’in onları ağırlamak için yemek getirmesi de bundan sonradır. Demek ki bu safhada onların melek olduğunu bilmemekte, tam birer insan olarak görmektedir. Kur’an okuyucusu, onların müjde getiren melekler olduğunu bilse de, Hz. İbrahim henüz bunun farkında değildir. Nitekim onların yemediklerini görünce endişelenmeye başlamıştır. Bunun üzerine misafirler, “Korkma biz Lût kavmine gönderildik!” demişlerdir. Bu arada Hz. İbrahim’in karısının ayakta durduğu ifade edilmektedir. Bu değininin sebebi ise açık değildir. Sonra da güldüğü dile getirilir. Bu gülüşün de sebebi ve niçin zikredildiği de belirsizdir. Daha sonra ona İshak ve Yakup müjdelenir. Aslında Yakup oğul değil torundur. Burada torunun oğulla birlikte anılışının münasebeti de kapalıdır. Daha sonra ev halkına, “siz” hitabıyla rahmet dilenir. “Siz” zamiri ise dil açısından erildir. Belli ki bu muhataplar arasında Hz. İbrahim de vardır. Zaten bundan sonra, ondan korkunun gittiği, kendisine sevinç geldiği ve Lût kavmi hakkında mücadeleye başladığı belirtilmiştir.
Şimdi bu hususların üzerinde düşünmeyi biraz tehir ederek olayın devamına bakalım:
  1. Elçilerin Hz. Lût’a Gelişi
Hz. İbrahim’le ve eşiyle ilgili anlatım biter bitmez elçilerin Hz. Lût’a gidişleri ve daha sonra olanlar şöyle ifade edilir: “77- Elçilerimiz Lût’a gelince onlar yüzünden kaygılandı, onlar için arşını daraldı. ‘Bu, çetin bir gündür’ dedi. 78- Daha önceden kötü işler yapan kavmi de koşarak ona geldiler: ‘Ey kavmim, dedi, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Allah’tan korkun, konuklarımın içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?’ 79- Dediler ki: ‘Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını bilmişsindir. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin.’ 80- ‘Keşke sizi savacak gücüm olsaydı yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilsem’ dedi. 81- (Melekler) dediler ki: ‘Ey Lût, biz senin Rabbi’nin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden, karından başka hiç kimse geri dönüp bakmasın. Çünkü ötekilerine erişen (azap) karına da erişecektir. Başlarına gelecek azap zamanı sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?’ 82- Emrimiz gelince oranın üstünü altına getirdik; üzerine de taş yağdırdık. Çamurdan pişmiş, hazırlanmış, istif edilmiş, 83- Bu taşlar Rabbinin katında işaretlenmiş taşlardı. Onlar, zâlimlerden uzak değildir.
Bu hadisenin buradaki ve başka sûrelerdeki anlatımları üzerine çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Ama hiç birisi; misafirlerin gerçek insanlar olduklarını, Hz. İbrahim’in onlara yemek değil de altından buzağı heykeli takdim ettiklerini, hediye kabul etmediklerini görünce de onlardan korktuğunu söyleyecek kadar densiz olmamıştır. Bu, en hafif ifadesiyle dile ve metne iftiradır. Hz. İbrahim’in misafirlerine “yemez misiniz?” şeklindeki hitabının, hediyeyi kabul etmeyen misafirlerine “kabul etmez misiniz?” dediği manasına geldiğini düşünmek de akıllara zarardır. Oysa misafirlerin gelecek olaylara ve ilah kudrete elçilik yapması ve olayların anlatımında izlenen bazı sıradışılıklar, onların Kur’an dilindeki melekler olduğunu sarahatle göstermektedir.
  1. Olayın Şeması
Mealini verdiğimiz bu anlatım, Kur’an’da, üç yerde daha parçalar halinde tekrarlanmaktadır. Onlardan birisi en kısa olanıdır. Burada, ilk anlatımın çatısına uygun şekilde, olayın sadece başı ve sonu hatırlatılmıştır.[18] Diğer bir bölüm ise, ilk anlatımın tam bir özetidir. Yine olay yukarıdaki şemaya uygun olarak hülasa edilmiştir.[19] Üçüncü bölüm de aynıdır. Buradaki terk fark Hz. İbrahim’in kendisiyle ilgili müjdenin genişletilmiş olmasıdır.[20]
Şimdi burada şu soruya cevap aramamız gerekiyor. Acaba bütün bu fragmanlarda neden Hz. Lût, Hz. İbrahim’le beraberdir? Evet, Hz. Lût, Hz. İbrahim’in kardeşinin oğludur. Ancak onların bu anlatımdaki birlikteliğinin sebebi akrabalıkları olamaz. Çünkü Hz. İbrahim, iman akrabalığını kan ve zürriyet akrabalığına tercih eden bir isimdir. Olaylarının birleştirilme sebebi, o ikisine aynı elçilerin gelmesi de olamaz. Çünkü o elçilerin âdeti zaten budur.
  1. Tek Olay
Bu anlatımın iki yarısının da, merkezinde Hz. İbrahim vardır. Olayın iki yarısının şemalarındaki mütekabiliyet buna işaret etmektedir. Birinci kısmının şeması şöyledir:
1- Mukaddime.
2- Hz. İbrahim’in korkusu.
3- Misafirlerin Hz. Hz. İbrahim’i teskin edişleri.
4- Müjdeler (hanıma müjde verilişi ve Hz. İbrahim’e bereket müjdesi).
5- Hz. İbrahim’in Lût kavmi helak edilmesin diye mücadele vermesi.
Olayın ikinci kısmının şeması ise şöyledir:
1- Mukaddimeye karşı Elçilerin Lût’a gelişi.
2- Hz. İbrahim’in endişesine karşı, Lût’un endişesi.
3- Elçilerin Hz. İbrahim’i teskin edişine karşı, Lût’un kendi kavmini teskin etmeye çalışması.
4- Hz. Hz. İbrahim ve eşine çocuk müjdesine karşı, Lût ailesine necat ve eşine ve kavmine helak müjdesi.
5- Hz. İbrahim’in kavim hakkındaki mücadelesine karşı kavmin helak edilmesi.
İşte, şemasını çıkardığımız bu iki yarıya Kur’an ortak bir isim vermiştir: “Hz. İbrahim’in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?”[21] “Hz. İbrahim’in misafirlerinden onlara haber ver.” [22] Bu, oldukça düşündürücü bir husus olmalıdır. Çünkü bu adlandırmalardan sonra her iki bölümde de, olayın iki yarısı da tam olarak anlatılmıştır. Bu iki bölümü bütünleştiren ve tek olay telakki edilmesi gerektiğini gösteren diğer bir husus da, olayın ta başında misafirlerin Hz. İbrahim’e “Korkma biz Lût kavmine gönderildik!” demeleridir. Onlar “Korkma biz meleğiz!” dememişlerdir. “Korkma sana müjde getirdik!” de dememişlerdir. Daha Hz. İbrahim’e ve eşine çocuk müjdesi vermeden “Lût kavmine gönderildik!” demişlerdir. Demek ki Lût’a gidişin bizzat Hz. İbrahim’e gelişle bir bağlantısı söz konusudur. Daha doğrusu elçilerin Hz. Lût’a gidişleri, Hz. İbrahim’e gelişlerinin devamıdır. Lût kavmiyle ilgili haber, aslında rehberleri olan Hz. İbrahim’e gönderilmiştir. Olay bütündür. Bu bütünlüğün temelinde, Lût’un, Hz. İbrahim ailesinden oluşu bulunmaktadır. Nitekim Lût’un eşi ve kavmi helak olacak ama Hz. İbrahim’in eşi zürriyeti bereketlenecektir. Kurtarılacak olan Lût ailesidir ama büyüyecek olan onun bağlı bulunduğu Hz. İbrahim’in ehlidir.
Bu anlatımın iki yarısını bir bütün olarak düşünmemizi gerektiren hususlardan birisi de, insanların görmesinin ve meleklerin görünmesinin mâhiyetiyle ilgilidir. Nitekim bu hususa yukarıda işaret etmiştik. İnsanın görmesi, fizikî dönüşümlere ayarlıdır. Gördüğü şeyler de ölçülür ve yinelenirdi. Ayrıca sonucu da genel olur. Sahibini evrensel bilgiye götürür. Oysa metafizik varlıklar, ölçülür ve tecrübe edilir değildir. Ulvî ve semavî melekler görünmezler. O zaman onlarla ilgili bir sonuç da genel olmayacaktır. Bu nedenle, mer’î olanların görünmesi umumi ise de gayr-ı mer’î olanların görünmesi ferdî olmak durumundadır. Sadece sahibini özel bir bilgiye ulaştıracaktır.
O zaman misafir elçiler olayının, Hz. İbrahim’le başlayan ve onda biten ferdi bir rüyet şeklinde gerçekleşmiş olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Elçiler önce Hz. İbrahim’e değil sadece ona gelmişlerdir. Bu hususta, fiziksellik ayarlarının değiştiği uykuda bizim için yeterli deliller bulunmaktadır.
  1. Rüya Görme
Çok insan rüya görür. Bu rüyalarda fizikî kurallar aşılmaktadır. Nitekim kendi bedenlerini, uykuda uçarken görebilen çok kimse vardır. Aile efradının o kişiye uçarken eşlik etmiş olması da mümkündür. Ancak; aynı rüyayı, aynı detaylarla, aile efradının her birinin eş zamanlı olarak görmeleri duyulmamıştır. Böyle bir şey olası da değildir. Çünkü her ferdin cinsi, yaşı, ihtiyacı, özlemi, ideali, inanç düzeyi, kültürü, bilgisi, hayal kuvveti ve ruhî tekâmülü diğerinden farklıdır. Tuzlu peynir yiyen birisinin rüyasında su görmesi sıradan bir durumdur. Tuzlu yiyecekle rüyada görülen su arasındaki ilişkinin fiziksel olduğu düşünülebilir. Rüyasında uçtuğunu gören kimsenin, uyuyan bedeni ile uçan görüntüsü arasında da fiziksel bir ilişki ihdas edilip psikolojik bir durum olduğu düşünülebilir. Lakin maddî sebeplerin hiç müessir olmadığı, arızî psikolojik durumla hiç alaka kurulamayan, tamamen ayrı bir ruhsal cevherle gerçekleşen rüyalar da insanlığın marufudur. Çoğu zaman gelecekten haber taşıyan bu rüyalar, Jung’un, başka bir kaynaktan geldiğini ve insanı yücelttiğini söylediği rüyalardır.[23] Eski Ahit ve Yeni Ahit gelenekleri de bunun tanıklarıdır.[24] Eski dünyanın algısına göre, rüyada görülenler, gerçekleşmeyecek şeyler değildir. Bu nedenle rüyalara, günümüzde olduğundan çok daha fazla değer verilmiştir. Kadim Arapçada, uyanıkken görme ile rüyada görme için aynı kök harfler kullanılır. Ra’â fiili, hem fiziksel görme için hem de rüyada görme için ortak kullanılmıştır.[25] Bazı haberlerde; müminin rüyası, peygamberlikten bir cüz,[26] peygamberliğin kırkaltıda biri olarak nitelenmiştir.[27] Rüya’nın sıra dışılığına Kur’an-ı Kerim de tanıklık etmektedir. Kur’an dilinde uyku durumuna menam, düşlere hulm, karışık düşlere edğâs, gelecekten haber taşıma değeri olan görmelere ise rüya denmiştir.[28] Rüyanın benzerlerinden farkı, geleceğe ait haberler taşıması nedeniyle tevilinin yapılması gerektiğidir. Hz. Yusuf’u zindandan kurtaran da rüyaların tevil ve tabirini bilmesidir.[29]
  1. Temessül; Görünme
Kur’an, mahiyeti açısından rüyadaki görmenin nesnesi durumunda olan görünmeden de söz etmiştir. Bu da temessüldür. Kelimenin kökü m-s-l dir. Kur’an, benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan söze mesel der.[30]
Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan heykele timsal der.[31] Benzeri ile arasında fizikî bir bağ bulunmayan ma’kûlâta ise temessül der. Böyle bir olay Hz. Meryem için gerçekleşmiştir: “Ona ruhumuzu gönderdik ve ona tam bir beşer olarak temessül etti.”[32] Burada, Rûh (Cibrîl)’un görülme olayına temessül denmiştir. Çünkü mesel ve timsal gibi onun da cevheri ile görünmesi arasında fizikî bir bağ yoktur. Bu durum, tıpkı Bilge’nin iki denizin birleştiği yerde, Hz. Musa’ya temessül edip de, hayatının tevilini üç meselede kendisine öğretmesi gibidir.[33] Bunlar elbette ferdî ve özel müşahedelerdir. Çünkü temessül, duyuların değil ruhun işidir. Ruh’un ruhta var edilmesidir. Bu var etme genel değil özeldir. Yani melek sadece Meryem’e temessül etmiştir. Hz. Musa’ya temessül olayında da fetâsı yanında yoktur. Bu tür olaylar doğal olarak iman ve inkâra açık olur. O zaman meleklerin, temessül yoluyla görülebileceğini kabul etmenin işi safsataya götüreceği şeklindeki bir kaygı da yersiz ve anlamsız olacaktır. Ayrıca temessülde de, rüyadaki öznenin müşahede ettiği şeyleri yadırgaması gibi, yadırgamalar olmaktadır. Nitekim Hz. Meryem de, Hz. Musa da gördüklerini yadırgamışlardır.[34] Çünkü bu görmeler çoğu zaman olaylardaki âdete ve eşyanın tabiatına aykırı olarak gerçekleşmektedir. Bu nedenle de tabir edilmesine ihtiyaç duyulmakta ve tahakkuku beklenmektedir.
Bizce, Hz. İbrahim’in misafirlerinin gelişlerini yadırgadığı olay da, rüyadaki görme ve temessül gibi, gelecekten haber taşıyan bir nübüvvet olayıdır. Tevili ve tahakkuku ayrıdır. Bu tespitimizin delillerinden birisi de Kur’an’daki hadîs (çoğulu ehâdîs) kelimesidir.
A- Hadîs; Vahiy, Haber
Arapçada uyanıkken olsun, uyurken olsun, kulak yoluyla olsun vahiy yoluyla olsun, insanın mülâkî olduğu sözlere ehâdîs denmiştir.[35] Bu kelime; söylence, haber, her türlü söz ve ilahi kelam anlamlarında Kur’an’da kullanılmıştır.[36] Kelimenin bunlardan ayrılmayan daha özel manası ise şu âyettekidir: “Rabbin seni seçecek ve sana ehâdîsin tevilini öğretecek.”[37] Buradaki ehâdîs, rüya vasıtasıyla alınan haberlerdir. Başka bir anlatımla, bu hadîsler Hz. Yusuf’un tevilini bildiği rüya haberleridir. Bu tür haberler, geleceği bugünden bildirmekte, zamanı aşmakta ve metafiziğin fizikten önce olduğunu ispat etmektedir. İşte burada dikkat çekici bir hususla karşılaşmaktayız: Misafirler olayını, rüyada görünenlere benzetmiş ve bu nedenle tevil edilmesi gerektiğini söylemiştik. Şimdi de rüyada görünenlere ve tevil edilmesi gerekenlere Kur’an’ın hadîs dediğini görüyoruz. Bu durum, konumuz açısından gerçekten çok dikkat çekicidir. Çünkü Kur’an-ı Kerim, dört kez tekrarladığı misafirler olayında gerçekleşenlere de hadîs demektedir: “Hz. İbrahim’in şerefli misafirlerinin hadîsi sana geldi mi?”[38] Önceki âyette ehâdîs, tevili yapılması gereken haberlerdir. Sonraki âyette ise hadîs, elçilerin Hz. İbrahim’e ulaştırdığı haberdir. O zaman şu tespitimiz bir kez daha teyit edilmiş olmaktadır: İki ayrı kıssa olarak okuduğumuz misafirler olayı aslında ferdi bir görme, burada alınan haberler de tevili yapılması gereken bir hadîstir.
  1. Hadisler Tevil Edilmelidir
Rüyalardaki haberler, her zaman şimdiye ve buraya ait olmaz. Onlar çoğu zaman öznenin mazisine, beklentilerine, ideallerine, ruh hâline ve nefsî kemaline aittir. Bir peygamber söz konusu ise daha da hususiyet arz eder. Ne var ki özne, fiziksel hayatla ve şimdiyle sınırlıdır. Bu nedenle geçmiş, gelecek ve gayb haberleri, ancak onun bildiği nesneler üzerinden verilebilir. Artık yapılması gereken; öznenin ihtiyaçlarına, eğitimine, kültürüne, tecrübelerine ve ruhi tekâmülüne göre o nesnelerin tevil edilmesidir. Yani hadîsler’in fizikileştiren tefsiri değil tahkikine yönelen tevili gereklidir. O zaman, misafirler olayını tefsir etmek için gerekçe yapılan şu sorular ehemmiyetini yitirecektir. Meleklerin sayıları üç müdür, on üç müdür? Onlar hangi meleklerdir? Bir haberi vermek için neden çok sayıda gelmişlerdir? Neden yemeyecekleri bir yemeğin gelmesini beklemişlerdir? Hz. İbrahim’e müjde vermeye geldikleri hâlde niçin onu korkutmuşlardır? Çocuk müjdesini Hz. İbrahim’e mi yoksa eşine mi vermişlerdir? Hanımı neden ayakta durmaktadır? Niçin gülmüştür? Yaşlı bir adamın ve kısır kadının çocukları nasıl olacaktır? Müsrif kavmin erkekleri de melekleri görmüşler midir?
Bu ve benzeri sorulara tefsir yoluyla cevap aramak anlamsızdır. Aslında o cevaplarda isabet etmek de imkânsızdır. Çünkü bu, tevil edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir hadîs’tir. Tevilin ilk adımı ise, yukarıdaki soruların geri plana ittiği şu düşünme noktasıdır: Hz. İbrahim ve eşinin çocuk sahibi olmalarının, Lût kavminin helak edilmesinin, Lût ailesinin kurtarılıp karısının geride bırakılmasının, bunların her birinin dinî anlatım açısından yalnız başına hiçbir değeri yoktur. Ancak hepsi bir arada bir değer ifade edecek, o zaman hepsi de müjde olarak nitelenebilecektir.
  1. Müjdeler; Zürriyet, Nübüvvet ve Helak
Dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, doğum yapacak kadının adı yoktur. Ama henüz doğmamış oğlunun adı vardır. Gülen kadının oğluna gülmek mastarından yapılmış kelime(nin İbranice telaffuzu) ile İshak denmiştir. Bundan daha garibi ise çocuğu henüz doğmamış kadına, torununun kendi adıyla müjdelenmesidir. Ona da takip mastarından alınmış bir kelimeyle Yakup denmiştir (rivayetlere göre kadın, bu torununu dünya gözüyle görememiştir). Bütün bunlardan anlaşılan şudur. Bu, salt bir doğum müjdesi değil, zürriyet müjdeleyen bir haberdir. Yine dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, Hz. İbrahim’e müjdelenenler arasında oğlunun adı yoktur. Bu elbette önemlidir. Çünkü Hz. İbrahim gülmemiştir. Fakat çocuktan “âlîm” niteliği ile bahsedilmiştir.[39] Çünkü Hz. İbrahim’in kendisi de nübüvvetiyle ilim simgesidir. Nitekim torunun da adı anılmamış, ondan hiç bahsedilmemiştir. Bu çok daha önemlidir. Çünkü iman çizgisi için bu şart değildir. Bu üslubun da zürriyet müjdesinden ziyade, nübüvvete işaret eden bir beşaret olduğu gayet açıktır. Bu durumda kadına verilen haber, İsrail oğullarının müjdesi ise de, Hz. İbrahim’e verilen haber aynı zamanda İsmail oğullarının beşaretidir. Ancak elçilerin Hz. İbrahim’e getirdiği haber sadece bu kadar da değildir. Beşaretler, müsrif kavmin helaki ile tamamlanmaktadır.
Hadîs’in bütün fragmanlarına dikkat edilirse, Lût kavmine, yukarıdan işaretlenmiş siccilden taşlar ve tînden taşlar gönderileceği bildirilmiştir.[40] Ancak bu, Hz. İbrahim’e temessülde verilen hadîsin lafzıdır. Tevili ve tahakkuk etmiş şekli değildir. Bunlar elbette farklı olacaktır. Nitekim o kavim, üzerine bir fırtına ve yıkıcı bir yağmur gönderilerek helak edilmiştir. Bunu bizzat Kur’an dile getirmiştir: “Onların üzerlerine bir fırtına gönderdik.”[41] Yine hadîs’in lafzına göre Hz. Lût, misafirlerini kurtarmak için “İşte size kızlarım!” demiştir.[42] Başka bir bölümde de “Yapacaksanız işte kızlarım!” demiştir.[43] Kavmin erkekleri ise “Ne istediğimizi bilirsin!” şeklinde itiraz etmişlerdir. Bu diyalogdan elbette Hz. Lût’un temiz kadınları, müsrif erkeklere takdim ettiği anlaşılamaz. O erkeklerin meleklere saldırdıkları anlamı da çıkarılamaz. Çünkü bunlar, hadîs’in lafzıdır. Bunlar Hz. İbrahim’in temessülde müşahedesidir. Aslında bunlar simge sözlerdir. Sahiplerinin hayallerini, inançlarını, ideallerini ve hayat tarzlarını simgelemektedir. Tevili yapılması ve tahakkuku beklenmesi gerekir. Gerçek hayatta da kuşkusuz süregelen peygamberlerin temiz nikâh sünneti şeklinde tahakkuk etmiştir.
Ahmet BAYDAR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder