22 Ağustos 2012 Çarşamba

yıldız ay güneş ENAM 74-87 HAKKI YILMAZ TEFSİRİ


74 – Ve hani İbrahim, babası Azer’e, “Sen putları tanrılar mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.

Bir önceki pasajda [71-73. ayetlerde] doğru yola çağrılmalarına rağmen sapkınlık üzerinde hayatlarını sürdüren insanlardan bahsedildikten sonra, 74. ayetten itibaren konu somutlaştırılmış ve tarihten bilinen bir örneğin anlatımına başlanmıştır. Bu örnek, Hanif İbrahim peygamber ve onun çevresiyle olan tevhit mücadelesidir. Mekkeli müşriklerin İbrahim peygamberi kendi ataları kabul edip saygıyla anmaları sebebiyle bu örnek büyük bir anlam taşımaktadır. Halk arasında dolaşan rivayetlere bakıldığında görülen İbrahim peygamber ile Araplar arasındaki soy ve yozlaşmış da olsa kültürel bağın varlığı, Kur’an ayetleriyle de teyit edilmiştir:

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. O, sizi o seçti ve dinde; babanız İbrahim'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’an’da], elçinin size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salatı ikame edin, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevlanızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kılmıştık. Siz de İbrahim’in makamından kendinize bir namazgâh edinin. Ve Biz İbrahim ile İsmail’e; “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem ibadete kapananlar için, [hem de], secde edişin hanifleri [Allah’a boyun eğmeyi sağlayan hanifler] için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık
Ve bir zaman İbrahim; “Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkını, onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvelerle rızklandır.” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”
İbrahim peygamber örneğiyle Mekkeli müşriklere şu mesaj verilmektedir: “Nasıl bugün, Peygamber ve izleyicileri şirki reddetmişler ve yapay tanrıları bırakarak âlemlerin Rabbine teslim olmuşlarsa, daha önce İbrahim peygamber de aynısını yapmıştı. Ve nasıl bugün, cahil insanlar Peygamber ile tartışıyorlarsa, daha önce de İbrahim'in kavmi aynı şekilde İbrahim'le tartışmıştı.” (Bakara/125, 126)


İBRAHİM’İN BABASI AZER

Ayetteki “Ve hani İbrahim, babası Azer’e” ifadesinden, İbrahim peygamberin babasının Azer olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’te ise İbrahim peygamberin babası “Terah” olarak geçmektedir:

24 Nahor yirmi dokuz yaşındayken oğlu Terah doğdu.
25 Terah'ın doğumundan sonra Nahor yüz on dokuz yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu.
26 Yetmiş yaşından sonra Terah'ın Avram, Nahor ve Haran adlı oğulları oldu.
  27 Terah soyunun öyküsü: Terah, Avram, Nahor ve Haran'ın babasıydı. Haran'ın Lut adlı bir oğlu oldu.
  28 Haran, babası Terah henüz sağken, doğduğu ülkede, Kildaniler'in Ur Kenti'nde öldü.
  29 Avram'la Nahor evlendiler. Avram'ın karısının adı Saray, Nahor'unkinin adı Milka'ydı. Milka Yiska'nın babası Haran'ın kızıydı.
  30 Saray kısırdı, çocuğu olmuyordu.
  31 Terah, oğlu Avram'ı, Haran'ın oğlu olan torunu Lut'u ve Avram'ın karısı olan gelini Saray'ı yanına aldı. Kenan ülkesine gitmek üzere Kildaniler'in kenti Ur'dan ayrıldılar. Harran'a gidip oraya yerleştiler.
  32 Terah iki yüz beş yıl yaşadıktan sonra Harran'da öldü. (Tekvin; 11. Bab; 24-32. cümleler)

24 Sam, Arpakşat, Şelah,
25 Ever, Peleg, Reu,
26 Serug, Nahor, Terah,
27 Avram, yani İbrahim. (Tarihler; 1. Bab; 24- 27. cümle)



İbrani kültürü hakkında büyük otorite olan Muhammed Esed bu konuda şu açıklamayı yapmıştır:

 Kitab-ı Mukaddes'te İbrahim'in babasının adı Âzer değil, Terah [ilk Müslüman şecerecilere göre Târah veya Târakh] olarak verilmiştir. Ancak onun, tümü de kaynak ve anlam yönünden belirsiz olan daha başka bazı adlarla [veya lakaplarla] anıldığı da bilinmektedir. Bu meyanda, birçok Talmud hikâyesinde Zârah olarak anılırken, Eusebius Pamphili [Milattan sonra üçüncü yüzyılın sonları ile dördüncü yüzyılın başına doğru yaşamış olan kilise tarihçisi] onun adını Aser [Athar] olarak belirtir. Kur’an tefsirinin amacı açısından ne Talmud ne de Eusebius bir otorite olarak kabul edilemeyecekleri hâlde, Âzer lakabının [Kur’an'da yalnızca bir defa geçmektedir] İslam öncesi döneme ait Asar veya Zârah isimlerinin Arapçalaştırılmış şekli olması mümkündür. (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

Bu durumda, İbrahim peygamberin babasının, biri isim biri lakap olmak üzere “Azer” ve “Terah” diye iki ismi olması mümkün görünmektedir ki, bunun bir örneği de Yakub peygambere “İsrail” denmesidir.

75 – Ve Biz [kanıt elde etmesi] ve kesin inananlardan olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk.
76 – Bu nedenle o [İbrahim], üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü, “Bu, benim rabbimdir" dedi. Sonra yıldız batınca, “Ben batanları sevmem” dedi.
77 – Sonra Ay'ı doğarken görünce de “Bu, benim rabbimdir” dedi. O da batınca, “Ant olsun ki Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, kesinlikle ben sapkınlar kavminden olurum” dedi.
78, 79 – Sonra Güneş'i doğarken görünce de, “Bu benim rabbimdir, bu daha büyük” dedi. Sonra o da batınca, “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Kesinlikle ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene / yok edecek olana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim” dedi.

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, İbrahim peygamber yer ve gök bilimlerine ait bir takım bilgilerle donatıldıktan sonra, tabiat olaylarını ve özellikle de gökteki yıldızları, Ay’ı ve Güneş’i incelemiş, yaptığı gözlemler sonucunda düşüncelerinde bazı karışıklıklar oluşmuş, ama gayreti sayesinde ve aklıselim ile tevhide [kalb-i selime] ulaşmıştır.
Bu pasajda anlatılanlar, daha önce Meryem ve Şuara surelerinde İbrahim peygamber hakkında verilen bilgiler arasında bulunmayan hususları içermektedir.

“Hanif” sözcüğü, Yunus/105’in tahlilindeki detaylı açıklamamızda (Tebyinü’l-Kur’an c: 4, s: 587-588) da belirttiğimiz gibi, “dönen” demektir. Bu sözcükle “şirkten kurtulup tevhide ulaşan kimse” kastedilir. İbrahim peygamberin zihinsel gelişim aşamaları dikkate alındığında, onun da bir dönem şirk bataklığında kaldığı; ancak afaktaki [dış dünyadaki] ayetleri aklını kullanarak tetkik etmesi sonucu tevhit aydınlığına ulaştığı görülmektedir. İbrahim peygamberin “şirkten tevhide dönmüş kişi” anlamında “hanif” diye nitelendirilmesi de onun bu akidevî dönüşünden dolayıdır.
Kısaca söylemek gerekirse, konumuz olan ayet grubunda anlatılanlar, İbrahim peygamberin 74. ayette bahsedilen tevhit mücadelesi döneminden önceki döneme ait olan ve şirk içinde iken kendisine verilen bilgi sayesinde tefekkür edip aklını kullanarak hidayete erdiği süreçteki gelişmelerdir. Şirkten kurtularak doğru yolu bulmaları için kavmi ile yaptığı tartışma ise hidayete ermesinden, Hanif olmasından sonradır.
Pasajda nakledilen ve öznesi İbrahim peygamber olan olay, aslında herkesi tefekküre davet amacı gütmektedir. Çünkü bu ayetlerde, Allah'ın Birliği hakkında herhangi bir şey öğrenme imkânının bulunmadığı bir çevrede doğup büyümüş olan bir insanın bile İbrahim peygamber gibi çevresindeki ayetleri dikkate alarak aklıyla tevhide ulaşabileceği ortaya konmaktadır.
75. ayetin başında, “sebep bildiren lam” edatından önce “ وvav” bağlacı bulunmaktadır. Bu durum, ayette konu edilen gerekçeden önce bir başka gerekçenin daha söz konusu olduğunu göstermektedir. Ne var ki, paragrafın herhangi bir ayetinde “gerekçe” mahiyetinde olan bir ibare mevcut değildir. Bu yüzden meal ve açıklamalarda genellikle buradaki “vav”ın zait olduğu kanaatine varılmış ve “vav”ın anlamı ihmal edilegelmiştir. Oysa Kur’an’da zaitlik olduğunu iddia etmek büyük bir cürettir. Kur’an’ın edebi üslubu gereği, bazı durumlarda, çok bilinen, açık konular için “malum, maruf, matuf” takdir edilir. Burada da “ ليستدلّliyestedille” ifadesi mahzuf [gizlenmiş] olup “ وليكونveliyeküne” ifadesi bu gizli mukadder matuf üzerine atfedilmiştir. Biz de meali buna göre yapmış bulunuyoruz.

Pasajda, İbrahim’in yıldızı, Ay’ı ve Güneş’i kastederek söylediği belirtilen “Bu benim rabbimdir” ifadelerini ona yakıştırmayarak metni:

* “Bu, sizin inancınıza ve iddianıza göre benim rabbimdir” ya da;

* “Onlar ‘Bu benim rabbimdir’ derler” şeklinde çevirmek veya;

* “İbrahim bu sözü istihza yollu söylemiştir, çünkü yıldızları rabb olarak kabul eden kavminin bu görüşünü iptal etmek istemiştir” diye açıklamak, yahut da;

* “Bu ifadenin başında mahzuf bir ‘قل kul [de!]’ maddesi vardır” varsayımıyla yorumlamak bize göre yanlış ve gereksiz zorlamalardır. Zira İbrahim’in bu sözleri çile döneminde söylenmiştir ve o dönemde evreni, özellikle de  gökyüzünü inceleyen İbrahim’in düşüncelerinde bir takım karışıklıklar mevcuttur. Bu çile döneminin sonunda ise İbrahim “kalb-i selim”e ulaşmış ve “hanif” olmuştur. İbrahim peygamberin hayatındaki bu dönemlere ait ek bilgi Saffat/83, 84, 88 ve 89. ayetlerde verilmiştir.

İbrahim peygamberin yaşadığı zaman ve yer hakkında Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Mevdudi’nin bu konuda derlediği bilgiler oldukça önemli ve İbrahim peygamberle ilgili pasajın anlaşılmasına katkıda bulunacak değerdedir:


 “Buradaki Kur'an ayetlerinde anlatılan İbrahim Peygamber'le [a.s] kavmi arasındaki tartışmanın gerçek niteliğini anlamak için devrin dinî ve sosyal şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir. İbrahim Peygamber'in doğum yeri olan Ur kentinin arkeologlarca kazılıp toprak üstüne çıkarılmasıyla dönemin gerçek şartlarını öğrenmemiz kolaylaşmıştır, Sir Leonardo Wooley araştırmalarının sonucunu 1935'te Londra'da 'Abraham' adlı kitabında toplamıştır. Bu kitapta verilen bazı bilgileri aşağıda sunuyoruz:
Bugün bilginlerce İbrahim Peygamber'in yaşadığı dönem olarak kabul edilen İ.Ö. 2100 yıllarında Ur'un nüfusunun 250.000 hatta 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. O zamanlar Ur gelişmiş bir endüstri ve iş merkeziydi. Bir yandan ticaret mallarını Pamir ve Nilgiri gibi uzak yerlerden kendine çekerken, bir yandan da Anadolu'yla ticari ilişkilerde bulunuyordu. Başkenti olduğu devletin sınırları günümüz Irak'ının kuzeyine uzanıyordu. Halk çoğunlukla el işçisi [zanaatkâr] ve meslekten tüccardı. Arkeolojik kalıntılardan okunan çağın yazıtları materyalist bir hayat görüşüne sahip olduklarını göstermektedir; hayatlarının ana amacı servet yığmak ve eğlenmekti. Faiz alıp verirlerdi ve bütünüyle işlerine dalmışlardı. Birbirlerine şüpheyle bakarlar ve en ufak sorunlardan dolayı hemen mahkemeye koşarlardı. Tanrılarına olan duaları genellikle uzun hayat, zenginlik ve işlerinde başarı istemekten ibaretti. Halk üç sınıfa ayrılıyordu:
1- Amelu: Bu sınıf din adamları, devlet memurları ve askeriyeden oluşuyordu.
            2- Nuşkenu: Tüccarlar, zanaatkârlar ve çiftçiler bu sınıfa dahildi. (MİŞKİNU)
3- Ardu: Bunlar da kölelerdi.
(MY NOT: AMİL OLANLAR İŞ YAPANLAR GERÇEK İŞİ ÜRETENLER mi? firavun büyücülere eğer amillerseniz diyor du (sonradan ters anlamda ameleye dönüşmüş olabilir)
MİŞKİNU- SAKİN OLANLAR MESKUN OLANLAR ŞEHİRLİ HALK HİSARIN İÇİNDEKİLER KALE HALKI? OLABİLİR Mİ? (sonradan miskin hiç bir iş yapmayana dönüşmüş olabilirmi?)
ARDU- YER LE BİR OLANLAR ŞEHRİN DIŞINDAKİ YERDE CENNETTE DEĞİL DE YERYÜZÜNDE YAŞAYANLAR OLABİLİR Mİ?(Türkçedeki ordu ile benzerlik dikkat çekici))

Amelu sınıfının özel ayrıcalıkları vardı; hem medeni hukuk, hem de ceza hukuku alanında diğer insanlardan daha fazla haklara sahiptiler ve hayatlarıyla mülkleri kutsal ve kıymetli tutulurdu. İşte, İbrahim Peygamber'in gözlerini açtığı kentin ve toplumun durumu buydu. Talmud'a göre kendisi Amelu sınıfına dâhildi ve babası devletin en önde gelen görevlilerindendi.

Ur'da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan tabletlerde 5000 tanrının adı geçmektedir. (YILDIZLAR?)
Her kentin kendine özgü tanrısı ve baş tanrı, ya da kent tanrısı kabul edilen ve kendisine diğerlerinden daha çok saygı gösterilen özel bir tanrısı vardı. Ur'un kent tanrısının adı 'Nennar' [Ay tanrısı] idi ve bu tanrının adıyla sonraki çağların bilginleri bu kente 'Kamerina da demişlerdi.
(AY?)
 Bir diğer büyük kent, sonradan Ur'un yerine başkent yapılan 'Larsa' idi; buranın baş tanrısının adı ise 'Şemeş' [Güneş tanrısı] idi. (GÜNEŞ?)
Bu baş tanrıların altında, çoğunlukla yıldızlarla gezegenlerden ve bir kaçı da yeryüzü nesnelerinden seçilen çok sayıda küçük tanrılar vardı. Halk daha önemsiz şeyler için yaptıkları dualara bu küçük tanrılarca karşılık verildiğine inanırdı. Tüm bu gök ve yer tanrı ve tanrılarının putlar halinde sembolleri dikilmişti. Dua ve tapınmalar bu semboller önünde yapılırdı.
(MY NOT: İbrahimin yıldız, ay ve güneşe rabbimdir demesinin kaynağı olabilir mi?)

'Nannar' putu Ur'da en yüksek tepe üzerinde yapılmış büyük bir tapınakta korunuyor ve yanında karısı 'Ningil'in kutsal yapısı mabet bulunuyordu. 'Nannar' tapınağı bir kral sarayı gibiydi, her gece farklı bir kadın tapınıcı oraya giderek bu putun gelini olurdu. Böylece tapınakta tanrıya adanmış kalabalık bir kadın topluluğu oluşmuştu, bunların durumu âdeta din fahişeleri şeklindeydi. Bakireliğini tanrı adına feda eden kadın çok saygın görülürdü.
Her kadının kurtuluşa ermesi için en az ömründe bir kez 'tanrı yolunda' bir başka erkeğe kendini teslim etmesi gerektiği şeklinde ortak bir inanç vardı.
Bu din fahişeliğinden en çok yararlananların da bizzat erkek 'din adamları' olduğu açıktır.
Yalnızca bir tanrı değildi 'Nannar'; ülkenin en büyük toprak ağası, en büyük tüccarı, en büyük zanaatkârı ve siyasal hayatın baş yöneticisiydi; çünkü tapınağına çok sayıda bahçe, ev ve tarla adanmıştı. Bu kaynaklardan gelen gelirin yanı sıra, çiftçiler, toprak sahipleri ve tüccarlar da mısır, süt, altın, kumaş vs. den oluşan adaklarını tapınağa getirirlerdi. Tabiî ki, bir de bunlara bakacak kalabalık bir grubun varlığı gerekiyordu.
Tapınak adına çok sayıda atölye çalıştırılıyor ve geniş düzeyde bir iş çevriliyordu. Tapınakta adalet yüksek mahkemesi kurulmuştu ve yargıçları oluşturan din adamlarının hükümleri 'tanrı'nın hükmü kabul ediliyordu. Kraliyet hanedanı da egemenliğini yine gerçek egemen 'Nannar'dan alıyordu. Kral ülkeyi onun adına yönetiyordu ve bu bakımdan tanrılık mertebesine yükselmiş olup kendisine diğer tanrılar gibi tapınılıyordu.
İbrahim Peygamber zamanında Ur'a egemen bulunan hanedan, İ.Ö. 2300'de doğuda Susa'ya, batıda Lübnan'a uzanan geniş bir imparatorluk kurmuş bulunan Ur-Nammu'dan geliyordu.
Hanedan Ur-Nammu nedeniyle Nammu adını almıştı, işte Arapça'da buna Nemrud denmiştir.
İbrahim Peygamber'in hicretinden sonra bu hanedan ve bu ulus ardı kesilmez felâketlere uğradı. Elamlılarca Ur'un yıkılması, Nannar putuyla birlikte Nemrud'un da ele geçirilmesiyle yıkılış hızlandı. Elamlılar Ur'a egemen olarak Larsa'da yönetimlerini kurdular. Son darbe, bir Arap hanedanı yönetiminde güçlenen ve hem Ur'u hem de Larsa'yı kontrolüne geçiren Babil'den geldi. Bu yıkılışın sonucunda Ur halkı kendilerini yıkım, utanç ve tahripten kurtaramayan Nannar'a olan inançlarını bıraktılar.
Bu ülke halkının hicretinden sonra İbrahim Peygamber'in öğretilerine ne tür bir cevap verdiği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, İ.Ö.1910'da Babil kralı Hammurabi'nin [Kitab-ı Mukaddes'te 'Amurafil' diye geçer] yaptığı kanunları, nübüvvet yol göstericiliğinin doğrudan veya dolaylı etkilerini taşır. Bu Kanun'un tümünün üzerine kazındığı bir sütun M.S. 1902'de bir Fransız arkeolog tarafından ortaya çıkarılmış ve 1903'te C.H.W John tarafından "En Eski Hukuk Kodu" adıyla İngilizceye çevrilip yayınlanmıştır. Bu kanunla Musa Peygamber'in Kanununun çoğu ilke ve ayrıntıları genelde birbirine benzerdir.
Bugüne değin yapılagelen arkeolojik araştırmaların sonuçları doğruysa, ortada açık bir gerçek vardır: Şirk, İbrahim'in kavminin çok tanrıcı ibadetlerinin temeli ve basit bir dini inanç değil, ekonomik, kültürel, siyasal ve sosyal hayat sistemlerinin de ana temeliydi. Buna paralel olarak, İbrahim Peygamber'in mesajı yalnızca puta tapıcılığın köküne vurmakla kalmıyor, kraliyet hanedanına tapınma ve bu hanedanın egemenliğinin yanı sıra, din adamlarıyla soyluların sosyal, ekonomik ve siyasal statülerine ve tüm ülkenin kolektif hayatına da yükleniyordu. Bu yüzden, çağrısının kabulü kapsamlı değişiklikler gerektiriyordu. Geçerli sosyal modelin bırakılıp tevhit temeli üzerinde yeniden kuruluşunu öngörüyordu. Bundandır ki, İbrahim Peygamber [a.s] mesajını yaymaya başlar başlamaz, halk, soylular din adamları sınıfı ve Nemrut hep birlikte onun sesini kesmek için ayaklandı ve Kur'an'da anlatılan keskin kavga patlak verdi. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

80 - 82 – Ve kavmi onunla tartıştı. O [İbrahim]; “Bana doğru yolu göstermişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan hiç korkmuyorum. -Ancak Rabbimin dilediği şey hariç.- Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünmez misiniz?
Ve Allah, haklarında hiçbir güç kuvvet indirmediği hâlde, siz O’na ortak koşmaktan korkmuyorken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Bu durumda eğer biliyorsanız, bu iki topluluktan hangisi güvende olmaya daha layıktır?” dedi.
Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]; işte onlar, güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır.

Bu ayetlerde, kavmini sağduyuya, düşünmeye çağıran İbrahim peygamber ile şirk içindeki kavmi arasında geçen tartışmalar aktarılmaktadır.
Dikkat edilirse, İbrahim peygamberin kavmi inkârcı, tanrıtanımaz değil, şirk koşan bir toplumdur. Nitekim 82. ayette geçen “zulüm” sözcüğü de bu şirki ifade etmektedir.
Şirk, aklını kullanmayan insanlar için hep gündemde olan bir olgudur:

Onlar dediler ki: “Ey Hud! Bize bir açık kanıt ile gelmedin. Ve biz Senin sözünle ilâhlarımızı terk edecek değiliz. Biz sana inananlar değiliz de. Ancak ‘Tanrılarımızdan bazısı seni fena çarpmış’ diyebiliriz.” O [Hud] dedi ki: “Şüphesiz ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki ben, Allah’ın astlarından O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Hadi öyleyse hepiniz bana tuzak kurun, sonra beni hiç bekletmeyin. Şüphesiz ben gerçekten, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Onun, perçeminden yakalayıp denetlemediği hiçbir dabbeh [hareket eden canlı] yoktur. Şüphesiz ki benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir. Buna rağmen yine de sırt çevirirseniz, ben size ne ile gönderilmişsem, işte onu tebliğ ettim. Ve benim Rabbim, sizin yerinize başka bir kavmi halife yapar. Ve siz O’na hiçbir şeyce zarar veremezsiniz. Hiç şüphesiz Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.” (Hud/53-57)

Yoksa onların, Allah’ın dinde izin vermediği şeyi kendilerine meşru kılmış olan ortaklar mı vardır? Eğer kesin yargı sözü olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi [işleri bitirilirdi]. Ve gerçekten zalimler; onlar için acı bir azap vardır. (Şûra/21)

Bunlar, Allah haklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Ant olsun, onlara Rabblerinden hidayet geldiği hâlde onlar, sadece zanna [sanıya], bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar. (Necm/23)

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. (Lokman/13)

İbrahim peygamberin önce evrendeki ayetleri gözleyerek fikir sancısı çekmesi ve sonra “kalb-i selim”e ulaşmasıyla sergilediği örnek tutum Kitab-ı Mukaddes’te yer almamıştır. Mevdudi “Tefhim” adlı eserinde bu konunun Kur’an’daki anlatımı ile Talmud’daki anlatımı arasındaki farkları şu şekilde tespit etmiştir:

Talmud'da geçiyorsa da, iki açıdan buradaki anlatım Kur'an'dakinden ayrılmaktadır:
           1- Talmud'da sıra "güneşten yıldızlara ve Allah'a doğru" iken, Kur'an'da "yıldızlardan güneşe ve... Allah'a doğru"dur.
2- Talmud'da, İbrahim'in güneş için "bu benim Rabbimdir" dediğinde, o an güneşe secde ettiği, aynı şekilde aya da secde ettiği anlatılmaktadır. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

83 – Ve işte bunlar, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz kanıtımızdır. Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz senin Rabbin Hakîm’dir ve Alîm’dir.

Bu ayette Rabbimiz, İbrahim peygamberin tevhide kanıt olarak göklerdeki ve yerdeki ayetler ile yaptığı izahatı, eşyayı ve olayları değerlendirme yetisini ona bizzat kendisinin öğrettiğini bildirmekte, dolayısıyla ona bir takım nimetler verdiğini açıklamış olmaktadır. 


84 - Ve Biz ona İshak’ı ve Yakub’u da bağışladık. Hepsine doğru yolu gösterdik. Daha önce de Nuh’a ve onun soyundan Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Musa’ya ve Harun’a da doğru yolu göstermiştik. Ve Biz güzellik, iyilik üretenleri böyle karşılıklandırırız.
85 - Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'a da [doğru yolu gösterdik]. Hepsi salihlerdendir.
86 - İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut'a da [doğru yolu gösterdik]. Hepsini de Biz âlemlere fazlalıklı kıldık.
87 – Ve bunların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de  [fazlalıklı kıldık]. Ve onları seçtik, doğru yola kılavuzladık.

Bu ayetlerde Rabbimiz, özellikle Ortadoğululara gönderdiği ve hepsinin de doğru yolda, eğitilmiş, yetiştirilmiş, düzeltilmiş kılavuzlar olduğunu bildirdiği on sekiz elçinin isimlerini saymaktadır. Bu elçilerin hepsi de Arap toplumunun yabancı olmadığı elçilerdir. Bu elçilerin sıralanışında tarih, derece, üstünlük sırası dikkate alınmamıştır.
Elçilerin ilk dördü, “o” zamiri ile işaret edilmiş İbrahim, İshak, Yakub ve “daha önce” vurgusuyla onlardan evvel yaşadığı belli edilen Nuh peygamberdir. Diğer on dört peygamber de [Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriyya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut], bu ilk sayılan dört peygamberin zürriyetlerinden olan peygamberlerdir. Bu kadar çok elçi isminin bir arada sayılması, En’am suresinin ana ekseninin “elçilik görevi” olduğunu göstermektedir.
Rabbimiz, İbrahim peygambere verdiği nimetleri bu pasajda ona kanıtlar verilmesi, onun derecelerle yükseltilmesi ve “aziz” kılınması olarak açıklamaktadır. İbrahim peygamberin, yaptığı tevhit mücadelesinde kavmini terk edip yurdundan göç etmesi üzerine Rabbimiz ona ödül olarak kendi dinine bağlı iyi evlatlar ve torunlar bağışladığını bildirmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, bu pasajda İbrahim peygambere çeşitli nimetler, lütuflar, bağışlar verdiğini bildirirken Rabbimizin kullandığı “Biz” sözcükleri, her zaman olduğu gibi sadece O’nun azametini ifade etmektedir.

Ve onun [İbrahim'in] karısı ayaklanmıştı, gülüverdi. Sonra ona İshak'ı, İshak'ın arkasından da Yakub'u müjdeledik.
O [İbrahim’in karısı] dedi ki: “Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir ‘acuz’um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!”
Onlar [elçiler]; “Sen Allah'ın işinden mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bollukları üzerinizdedir. Ey ev halkı! Şüphesiz ki O, Hamid’tir [övülmeye lâyıktır], Mecid’tir [cömertliği boldur]” dediler. (Hud/71-73)

Ve Biz ona salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı müjdeledik. (Saffat/112)

Sonra o [İbrahim], onlardan [kavminden] ve onların Allah’ın astlarından ibadet ettikleri şeylerden uzaklaşınca, Biz ona İshak’ı ve Yakub’u ihsan ettik. Hepsini de peygamber kıldık [yaptık]. (Meryem/49)

Ve Biz ona İshak’ı ve Yakub'u bağışladık. Ve soyu içinde Peygamberlik ve Kitap kıldık. Ve Biz ona dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, ahirette de salihlerdendir. (Ankebut/27)

Ve ant olsun, Nuh'u ve İbrahim'i elçi gönderdik, peygamberliği ve kitabı bu ikisinin soyları içinde kıldık. Sonra da onlardan bir kısım doğru yolu bulmuştur, onlardan birçoğu da fasıklardır. (Hadîd/26)

İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek [teslimiyet göstererek] yere kapanırlardı. (Meryem/58)

Yoksa siz Yakub’a ölüm hâli gelip çattığı zaman, oğullarına, “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” dediği zaman, onların; “Biz, bir tek ilah olarak senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahına ibadet edeceğiz. Ve biz sadece O'na teslim olanlarız” dediklerine tanıklar mı idiniz. (Bakara/133)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder